18 Şubat 2013 Pazartesi

İÇSEL MANİA'FESTO?!



yağmura boğulduğunda aklın kelebekleri, ağrıdan sızıdan sıyrılıyor içteki bütün yaralar… seneka’ nın umurunda bile değil aslında, bu denli düşünürse ne düşüneceği düşüncesi hakkında insanların… onların, kendilerini affedecek tanrıları vardı… bu yüzden affedilecek çok şey yaptılar, korkmadan gecelerden… artık eti kemiği ayırmak lazım, bu denli hecelerden… endülüs rakkaselerinin kirpiklerinden düşen, kapkara bir sihir salınarak kalbini deliyor, çıplak ayaklı anadolu ozanının… ozanlıktan sıkılmış oysa, gergefinde kalmaktan modern zamanların…

fena halde ihanet kokar sokak, toprakla sevişerek; her yağmurun sonrasında… öncesini merak etmez hiç kimse, cinnet geçirilen bir cinayete kurban giden kelebek kanatlarına bakarken… ölmek için çok erken… yaşamak gereğini yerine getirmek lazım… bağırıp çağırmak mesela suskun bir duvarın çatlağına gizlenmiş eski güzel bir anıya… kara bir kış özlemi, gövdenin ahıskasına teyellenmiş…yabancı gözlerin bebeğinde, anne sütü eksikliği en büyük derdi belki de ahmed arif’in… aynı siyah taşlı evlerin havuşlarında kanamış ilk varlığımın düşüşünde dizlerim oysa… oysa, oymasa oymacı artık bir meşe gövdesinden güzel yüzünü mona lisa’nın, kim üzülecek buna?... bunca hengamenin koptuğu bir meydan dayağında, cereyanda kalmış aklımın üzengisi… beyaz gecelerde hala step yapıyor, sibiryanın afro saçlı hüzünlü zencisi…

anneannem, tek kelime konuşamadan gitti dilimden… dilim, anneannemin ana dilinde bi haber… doğuyla batı bir başka yazarın dediği gibi “ biri kör, biri sağır iki kardeşti… sadece dokunarak analaşabilirlerdi!” ama hiç dokunamadılar alnımın çizgileri buyunca… hudutlar çizdim sonra bembeyaz bir resim kağıdına… gözümden sararmış yaşlar döktüm, elleri nasırlı anneannemin ağıtlarına… tanımadığım kadınların adlarını yazıyorum habire; denizinde kayıklar bestelediğim bir uçsuzluğun kağıtlarına…

deniz, ne kadar uçsuz olduğunu unutturmuş kendine… yaşlı balıkçı ondan ayrıldı sanıyor… ne moby ne de dik bir yokuş var oysa artık ömrün yokuşlarında… yokuş aşağı salınırken, sardunyaları emekli bir fahişenin balkonlarından… salkım saçak, saçmalamalar yağarken ay çiçeklerinin üzerine, bütün aşkların tecavüze uğradığı saati göstererek sevişmeye başlar delice akrep ve yelkovan… yelkovan bir kuştur, uçar gider orgazmının peşi sıra… akrep, çaresizce yine kendini sokar… doğası gereği, yoktur başka şansı… ve bulunamadı panzehiri maalesef bu ağır kahrın, helenistik çağlardan beri…

hamam böcekleri, saunaların saltanatına yenik tüketiyorken nesillerini, banyo küfünde patlatıyor bir delikanlı, aklının ergenlik siğillerini… tuval boya tutmuyor… dali, dalıp gidiyor uzaklara… bıyık uçları aşağı düşmüş bir kibir, delilikle sarmaş dolaş yuvarlanıyor… gökyüzünden düşen bütün elmaları masalcılar toplayıp yarısına kadar yiyip atıyorlar… yarısından sonra atılmış elmaların oluşturduğu çöp dağlarının üzerine kristal bir kale yapmak tek derdim sanki…

sanki eski bir sızı doğrulup içteki kabrinden, incecik sesiyle vuracak hala kurumamış kanayan gizli yerinden….yeniden kanamak içi ne kadar da meyilli kalbin ta kendisi…gece, yine sikip atıyor karanlığıyla beyazları; ne de olsa uçsuzluğun kara gözlü efendisi…
omzumdaki kelebek, durumun dudağının kenarında nazlı bir bebek şimdi… kaç tane ben var biliyorum kızımın yüzünde… kaç tane ben, hiç biri bana benzemeyen… zaaflarımdan hiçbir kromozom beslemeyen, zayıflığımdan zerre kadar istemeyen, kaç tane ben…

artık gitmek zamanı, kelimelerin dizildiği sol anahtarının oyuklarından… kısa ve sessiz kelimeler yazmak istiyor parmaklarım… parmaklarım, gövdemden bağımsızlığını istifa ediyor artık… “artık ne gelen ne beklenen var/ tenha yolun ortasında rüzgar…” çıkarmış şeyiyle…..

eab.


TANGO VE CASH!


topuğunu, yere her öfkeyle vurduğunda, kızıl patlamalarla kanını fışkırtıyordu sanki adamın, siyah saçlarını uzun beyaz boynunun üzerinde topuz yapan kadın… öfke ve nefretin, aşkın en şehvetli katmanları olduğunu kollarının en küçük kasında hissediyordu kadını kavrayan adam… sıkıca kendisine çektiği kadının bedeninin teslimiyetinin aslında delice bir başkaldırış olduğunu her çarpışmalarında ayağı kalkıp alkışlıyordu dolunay…

önce adımlarının birbirini öldürmek yada sevişmek için yakalamaya çalışmasıyla yankılandı notaların arasında müebbet çilesini dolduran ağlak keman… yırtınarak “roxanne” söylüyordu çingene tırnaklarının arasındaki yaşam pisliklerini temizleyen adam…

adamın dişleri yeni bilenmiş sedef saplı keskin birer bıçak… kadının ensesinden akan bir damla ter, asi ve isyankar  bir ceylan… sokaktaki su birikintilerinde birlikte boğuyorlar tutkunun nefesini… adımlarının kavuşması an meselesiyken, kavgaları aşk destanlarından dökülen lavlarda yanan sahipsiz gölgeler…

guatemala’da çıplak ayakları çocukların parmak aralarında ölüm, çarpıştıklarında bedenlerinden savrulan ateş topu bir ışık… annemin nergis kokusu, eski bir sandığı açtığımda yüzüme ilk vuran… kadın bir bulut şimdi, dolgun ve kabız memelerinde bir dünya dolusu yağmur…

kadın bir bulut, bir türlü kana kana yağamayan… adam, celladı bütün beyaz düşlerin adeta… sert ve kavgacı adımlarla, evrendeki bütün sol anahtarlarını beline pençelerini geçirdiği güzel kadın için gözünü kırpmadan yağmalayan… sarhoşluğun kollarında ıslak bedenleri, duvarda yekpare bir yaratık şeklinde gölgeleriyle yalpalayan…

hiroşima’nın nesi meşhur derdinde değil bizim buralardaki şekersiz kız çocukları… onlar daha on beşine girmeden yürüyüp bitirmişler, cehenneme yapılan bütün kanlı ve acı yolculukları… kadının ayak bileğinde uçamayan renksiz bir kelebek…

gözyaşlarına aldırılmadan bir yoksulluk kızının, körpecik rahmine düşürülmüş babası belli olmayan zavallı bir bebek… ah, aklımda delicesine şehvetle bitmeyen ateşli bir tango; zehirli bir engerek… neruda kısalığında bir kılıç olsun isterdim oysa dilimde… damağım kurusun… bitmesin, adamın aklının duvarlarına çarpan, kadındaki baş döndürücü bu benzersiz koku…


incitilmiş duygularını ipe asıp kurutma derdinde, gecekondudaki kanatsız melekler… geçim derdi,şiddetli geçimsizlik nedeniyle ortasından ayrılamıyor bir türlü adli takvimde… ve papatya gibisin… ve beyaz … ve ince… bir duman tütüyor şimdi adamın sigarasında, kadının bacakları arasındaki bilmecenin son harfini de bitirdiğinde…

geriye devirdiği başının vakur duruşuna yenik adam, kadının… kadın bu zaferin mağlubu olmak derdinde, gözlerinin çizgileri arasında dolaşan hüzün yağmurunu gizleyemiyor… siyah beyaz bir film düşüyor fona… kohen, aşkın sonuna kadar dans et benimle diyor aklımı parçalayan acılı sesiyle… sonsuza dek dans eden iki gölge sarılıp gökyüzü oluyorlar kara bir bulut şeklinde… sonra yağmur… kızıl kırmızı bir yağmur… sokağın delik deşik yaşanmışlıklarına dolan bir dolu göz ağrısı…

papatya gibisin beyaz ve ince… uzun olmayacak ömrün kanaatimce… yaralı bir aşık, sevdiğinin kendisini sevip sevmediğini son yaprağınla öğrenince… ve yeniden şaklatınca kamçısını indiana jones, yeniden başlayacak peron peron insan dolusu bir koşuşturmaca… ve kadının topuzu açılıp rüyalarıma savrulacak… adam dizlerinin üzerinde başı öne düşmüş, ölüp kalacak…

eab.

...AŞK?!


“görmediğin bir şeye sıkma; kendini vurabilirsin!” dediğin anda, yüreğinden sızan kandır aşk… yüreğinden sızan kanın; ince nakışıdır ömrüne ölümü teyelleyen… ılıklığıdır o kanın aşk; sıcak ile soğuk arasında hangi tarafta olduğunu bilmediğin sıratlardan korkuyla geçerken… özlediğin, diline damağına, canına yanağına, ellerine ayaklarına sinen kokusudur aslında yârin… yarınsızlığının asıl sebebi, bugününde ve dününde hep onun saçlarının karanlığına asılmış olmandır, nafile…

çaresizce çırpınışların kan sıçratır gövdesine ağacın, dalındaki ökseye yakalandığında… koşmaktan takadin kalmadığında düştüğün dizinde hissettiğin keskin acıdır aslında aşk… başka dillerde ağlayan gökyüzünün bulutu aynı rahimden düşürür hem seveni hem de sevileni oysa… oysa yağdıkça, gözlerinin kenarından mavi gri bir ırmak… yağdıkça, yağmalanan gönlün kristal kafesindeki camdan kalpten başkası değildir… sigaran sadece sevdiğinin dudağındaki korla yanar olur… ateşin kırk derecenin kırkına da düşman bir öfkeyle, yakar onun ayakları suyu hürmetine yüz sürdüğün kaldırımları…

kaldırımlarda yaşamın yüksek apoletlerini takan fahişelerle göz göze geldiğinde içine düşen gamdır aşk… bir ağız dolusu küfür, bir küfür dolusu ağzın kan revan içinde parçalanmasıdır sessizlikten… küçücük bir tebessüm gözündeki aysberge değdiğinde, yeniden insan olduğunu hissedip içindeki ılıklıktan korktuğun andır aslında aşk… tanımadığın anaların tanımadığın kuzuları, tanımadığın hevesler yüzünden vurulup alınlarından düştüklerinde her seferinde toprağa; burnunda sızlayan allı beyazlı rüzgarlardır aşk… bir lokma bayat ekmek… yada, tam da gitmemen gereken o anda siktiri çekip gitmektir aşk…


koca bir çınarın gövdesine bir asır boyuca tırnak sürüyerek devirebilmektir aşk… yasak duvarlara, yasak renklerle, yasak imlaları fırçalayarak yazmaktır aşk… devrim uğruna, sümüğünü genzine çeken çocukların, akıllarında işkenceye devam eden kızların kokularıdır aşk… güneşin doğuşundan ayın batışına kadar, gidenin arkasından gözlerini mimlemektir ufuğa… açlıktan ölecek kadar perişan oturduğun sofrada, çoktan ölmüş gözlerinle sonsuzluğa bakarcasına kımıldamadan bakmaktır tabağa…

düşmek karanlığa… yükselmek aydınlığa… aşk… yoktur… kaçmaktır… görmediğin bir şeye sıkarak kendini vurmaktır…

GİTMEK!?


Ağırdan alırsın… Alabildiğine yavaş akar damarlarındaki kan… Hem al hem de ak yuvarlar, nazlı nazlı yuvarlanırlar yani, bir yerde… Bir yerde, başka biri de senin gittiğin yere doğru hareketlenir… Hiç baktırmadığın halde nereden estiyse baktırdığın falında çıkar adının baş harfi…
Ağır aksak kalkmalısın bıraktığın yerine; geride kalan yaşamının… Gitme… Diyen biri olsun istersin… Gitmek arifesinde, bütün eskilerin toplanıp aklının kadrajından taşar… Taşan anıların külleri, yolculuğunun rötarına neden olan gül bulutlarına dönüşür… Yavaşlarsın…
İçin ne denli hızlansa, dışın o kadar durmak ister aslında… Alnının sağ kenarı, mevsim ne olursa olsun hep buzdan bir soğuğa sahip otobüs camında sızlar… Uyuyan insanlara bakar durur, uyuyamadığın için ne kadar sıra dışı bir insan olduğunu sanırsın… Sanrıların, sarar dört bir yanını, gecenin üçünde tam olarak gitmenin kaçıncı kilometresinde olduğundan haberin bile yokken…
“Gitmemen için nedenin kalmış mıydı?” diye geçirirsin aklından… “Gerçekten gidiyor muyum şimdi?” diye varlığının anını sorgular bir lopu beyninin… Yumurtanın en sevdiğin hali neydi diye sorgular bulursun açlığının bile sıradanlığında kendini… Tam sen çekip gitmişken, belkisi ortadan kalkar, şehre kesin bir film gelir, bir güzel orman olur ve bütün kadınların arkandan gülümserler…
Çoktandır “gitme” diye bir melodinin hiç bilmediğin notaları, kalbinin sızıyan sol anahtarının sağına halaylanır… Gözünden; senden izinsiz firar eden bir damla yaş, küçük kızının mendiline düşer… “Hiç evcil hayvanım yok” diye ağlamaklı avucunda sıktığı uğur böceğini azat etmesi için nasıl dil döktüğünü hatırlarsın… O gün dilinden dökülenler, bebeğinin mendilinde gözünün yaşıyla ıslanmıştır… Romatizmaların sızlamaya başlar… Genzin sızlamaya başlar… Gitme deyişini binlerce defa geçirirsin dilinden, kocaman kara gözleriyle her bırakıp uzaklaştığında arkandan…
Gitmek, daha büyük bir sızı halinde sol anahtarının, hiçbir kilidi açmayan pasında karıncalanır… Karıncalar… Kumsaldaki yuvalarını yapmak için saatlerce sabırla uğraşan karıncaları kımıltısız izlemekten aldığın acayip keyif, aklında karıncalanır… Ağırdan, ağrıya geçer düşünceler… Yorgun kafanın içinde…
Kafatasında, dağ başındaki bir barakadaki sobanın üstünde pişen bir tas çorbanın lezzeti dans etmeye başlar; olabilecek en erotik şekilde… Şekilden şekle girdiğin ilk sevmelerin, insan şeklinden çıktığın son sevmemelerin… Ellerin… Artık titremeden cinayet işleyebiliyordur; her gece gökyüzündeki başka bir yıldızın boğazını hunharca sıkarak…
Gitmek, en anarşist eylemidir; ,insanın kendisine karşı direnişinde… Gittiğini sanırsın; aslında dönmüşsündür, hayatında hiç görmediğin o yere… Gittiğine inanırsın, rakı gelir hayli beklemiş bir dilim beyaz peynir refakatinde… Gittiğini görürsün, bir tramvayın dönüşünde dinleniyordur yorgun bedenin… Bir çift yabancı göz gelip bir anlığına çarpar gözlerinin çivit beyazına… Kırmızı nehirler akmaya başlar, uykusuzluğunu şaraba bandığın anlardan yadigâr… Tanımadığın bir ten kokar… Kutup rengi… Bilmediğin bir ten… Çarpan gözlerin denizi, ormanlar bitirir birkaç saniyede gözlerindeki kahverengi kıraçlıkta…
Ağrıların hızlandırır endişelerini… Gitmek, en büyük meydan okumasıdır insanın hayallerine… Hayallerinin ipleri karışır sonra… Sonra, bir duble daha istersin… Tek, yalnızlığına mahkûmdur çünkü… Aslında sen ondan bile daha teksin… Ama duble olmaktır bütün gücün derdin… Duble istersin… Giderken, en çok kendini bırakır geride insan… Gitmek, en büyük sevda masalıdır aslında; yalnızlık denen orospuya ölesiye sevdalıysan…

Eab.
1

BETONARME...


Bütün binalarıyla konuştum bu gece şehrin… konuşmalı biri… gecenin dördünde… sarhoşken zaman… kadın sarhoşken… adam sarhoşken…sokak lambaları… sokak kedileri… sokak araları… velhasıl top yekün sokak sarhoşken… konuşmalı binalarla… çatlak sıvalarının arasına sıkışmış, geçmiş ve gelecek gergefindeki dantelalarla… fısıltıyla… bağıra çağıra bazen de… yada ağız dolusu küfürü tükürük bezlerine sarmalayarak… konuşmalı…

gevezedir aslında en az ışık alanları…çok eski bir mezuniyeti anlatır mesela binanın biri… sokak sokak olalı öyle bir şaşaa görmedi diyerek içlenirken gençliğine… genç binalardan biri imrenerek dinler… kendisinin, çabucak tüketilen umutların modern mezarı olduğu gerçeğini yüzünden silmeye çalışarak… sadece benim duymam taş kalıpların iniltilerini… kaçıncı dereceden akli dengesiz yapar beni… acaba?
Ampulü bütün acılara rağmen hala aydınlatmak inadında olan bir birinci katta hüzün…

biraz ilerideki dört katlı müstakilin griden koyu fümeye yüz kesmiş yorgun duvarlarında, muzip ve afacan yüzün… bütün apartmanlarla apar topar başlıyorum ben dedikoduya… kiminde, yarın sabah ilk aşkıyla buluşacak olmanın tatlı heyecanı yıllar sonra… kiminde ilk aşkı ilk kez yaşayacak olmanın karın ağrısı… ağrının tetikçisi uçuşan rengarenk kelebekler… şehri kollarında pışpışlarken irli ufaklı, incikli boncuklu bütün binalar, beni kırık topuğuyla ömrünü eteklerinin çamuruna aldırmadan sürüyen bir orospunun asaleti yaralar…

Seni bıraktıktan sonra suskun puskun ve utangaç lojman mutaasıbı binanın bahçe duvarının kenarına sürelim arabayı denize… uçalım içine… hangimiz emniyet kemerinin ruhumuzu sıkmasından daralmışsa ölüp gebersin, camdan yıldızlara uçarak…

Konuşmalı biri be binalarla…” tam bir yıldır hiç kimse bağıra çağıra sevişmiyor odalarımda!” diyen TOKİ’nin tok gözlü binalarından birinin utanç titreşimli fısıltısını göğsünde yumuşatıp, en yakınındaki çöp kutusunda öğütmeli biri… biri diğerini dürtmeli… “kalk ulan dürtük! Artık geceleri yaşayıp gündüzleri becereceğiz birbirimizin oylumunu!”  demeli… hatırı sorulduğunda “iç güveysinden hallice” diyerek dışındaki güveleri bile tiksindirecek olan pigmeler toplanıp kurşuna dizilmeli… dizildikleri yerden birer fiskeyle denize dökülmeli…

Biri yapmalı bu işi kardeşim… biri gecenin pusuna yaslanarak gözleri yarı açık uyuyan binaların yalnızlığına bir son vermeli… biri, dibindeki şatafatlı sokak lambasına aşık olamayacak bir beton yığını olduğunu şu köşedeki eski rum evine söylemeli… söylerken, aksanlı konuşmayı unutmadan bu insanlık vazifesini yerine getirmeli…

Evrimin aklının labirentlerinde dolaşan çıplak ayaklı bütün bakirelerin uyuduğu ateş renkli binaya haber vermeli biri… “her an cehenneme göçebilirsin” uyarısı geç kalınmadan yapılmalı… kahkahalarla gülen küstah binanın “cennet de cehennem de bu dünya lan göt!” diyerek haykırması karşısında utanıp tırsmalı biri…

Promil o kadar çok mil kat ettirmiş ki gecenin ahtapot kollarındaki çift şerit saçmalıklarda… konunu profesyoneli olduğumdan üfleyemiyorum memur beyin uzattığı şahsıma münhasır, beyaz renkli çubuğa… erkek adam ağzına bir şey almaz diye dalga geçiyor biz üflerken, ibnelerin ikamet ettiği dökük ve viran bina… ibneler? Ağızlarında en delikanlı söylemler, salyalarından gölün içinde uyurlarken…
Bir bina beni beklediğini söyler mesela… bir bina asla istemediğini beni… bir başkası benim gibisini çok gördüğünü… başkası hiç görmediğini… bir diğeri, biraz pahalı olduğunu ancak görüntülü güvenlik sistemine sahip olduğuna imrenerek burun kıvırır varlığıma…
Biri yapmalı bu işi… silmeli alkolik bir götün tazyiğiyle tuvaletin fayansına sıçrayan bokları… silmeli biri… yapmalı yani…

eab.

YAĞMUR SUÇLARI...


tanıdık bir yağmurda ıslanınca, ışık görmüş tavşan gibi kalıyorsun işte o anın ortasında… ortasında bir şeylerini ıskaladığın bir eski göz yaşı, ensenden içeri sızarak, sırtına kanlı bir şekilde pişmanlıklarını kazımaya başlıyor… “ne kadar da değerliydi bir zamanlar?” diye içinden geçirdiğin küçük kadının kocamanlığınadır aslında bütün şaşkınlığın… kocaman olabilmişliğine… büyümüşlüğüne… sen hep ellerinin içinde koruyarak ısıtmaya çalıştığın yavru serçeyi arıyorsundur aslında onun bembeyaz boynunun kokusunda… o çoktan güçlenmiş, kocaman kanatlarıyla başka göklerin tadını almıştır, yılların içinde savrularak…

akşama doğru, yokuşu tırmanarak; düzlemimize akıp boşalan kirli sularının kaynağını bulmaya çalıştım gökyüzünün… ben tırmandıkça, daha çok küçüldüm… küçüldükçe, ölçüsü kaçmış bir endazenin içindeki en taze tene tutkulanır buldum bütün oturaklı cümlelerimi… ayarsız içmelerimi gözlemlemiş babam… “kaç defa kustun?” diye soruyor bu sabah… “sen geçen gece kaç defa kustun?” “neden kustun?” değil… “o kadar içecek ne derdin vardı?” değil… “iyi misin?” değil… “kaç defa kustun?”… “her kusuşunda sifonu çektin?”… “sonra musluğu açtın…” “ sonra duş…” “ tam bir saat yirmi yedi dakika su aktı… duştaydın… su parasını sen mi ödeyeceksin? …kaç defa kustun?”… yapacak bir şey yok! tanıdık bir yağmurda ıslanınca, sayısız kere kustum… “kaç rekat namaz kıldıysan bu güne kadar, o kadar çok kustum işte; otur say”!

şehrin boşlarını toplayan gölgeler arasında buldum kendimi… gölge olmak ne kadar da acayip… solcu hayallerin yazılı olduğu bir duvarda yansıyor bulmak kendini… beyaz kireçle gömülmeye çalışılmış kırmızı yağlı boya harfler… düzensiz… çala fırça yazılmış… yazılmamış, savrulmuş harfler duvarın çatlaklarına… delirmiş gibi gökyüzü… yağmur öylesine kudurmuş bir iştahla yağıyor ki, hepimizin düşürdüğü kelimeleri acımasızca çiğneyip söküyor sokaklarımızdan… yavru bir kedi, sıçana dönmüş, saçaklarından sular akan bir pervazın dibine sığınıyor… sıçana dönmüş bir kedi… yavru… ebeveynliğimi sorguluyorum, kendi yavrumun genzimden gitmeyen buğulu kokusundan dönerken başım… başımda kavak yelleri… ruhumda auschwitz’in gazlı dikenli telleri…

ne kadar ölüm kokuyor gökyüzünü siyaha boyayan küller… dikenine bülbül leşleri takılı, çaresiz; güzelliğinden muzdarip güller… alamanya’nın acı vatanlığı, çoktan dönmüş bitterin en koyu Anadolu tenlisine… yedisinde neyse yetmişinde de aynı sızı dolaşıp duruyor insanın bir yerlerinde… hepsi yağmurun suçu… ıslanınca içi görünüyor zaten tülden zarlara dönmüş etimizden canımızın… çokça bir efkar yağmur sonrasında, topraksızlıktan kokamayan bir saadet şeklinde; parmak boğumlarımızın çatlağında…

sartre’nin pörtlek gözünden düşen bir damla, bütün ayıplarımızı örtecek irin şeklinde yorgan aklımıza… saklımıza kimsenin diyecek sözü yok… öylesine gömmüşüz ki derinlerine pasifiğin… unutmak istediklerine nasıl da acımasızca davranıyor insan… unuttuğu sandıklarına… sandıkların ne denli dibine ve zehirlercesine naftalinlisine bile dayasa sırtını, bir yerlerden çıkıp tam yüreğinin çatından vuruyor işte, ıslak kokulu bir küçük yavru kedi… gözlerini dikerek gözlerine… gözlerine, taaruzi bir yürüyüş başlıyor; kuşatılman ve zapt edilmen kaçınılmaz…

tanıdık bir yağmurla ıslanınca, aynada gördüğün yüz yabancılaşıyor gözlerine…

eab.

17 Şubat 2013 Pazar

KUSURSUZ YALNIZLIK!


beş altı yaşlarındaydım sanırım; bilmiyorum… kıştı kar vardı galiba… bem beyaz hüzünlü bir örtü çocukluğumun üstüne serilmiş yatıyordu… kurşuni bir gökyüzünden; napalm gevrekliğinde salınan hormonlu kar taneleri de besliyordu, ölümcül beyazını; kardan yorganımın…

babam… annemi, yeni dövmüştü… annem kadınlığının ve analığının kırılan onur parçalarını arıyordu hep ağlamaya gittiği odada sanırım; bilmiyorum… kardeşlerimden biri uyuyor, diğeri de onu uyutmaya çalışıyordu sanırım; bilmiyorum… bildiğim, savaştan sonra ıssızlığının, kalorifer sıcağında; çocuk ruhuma çizdiği ürpertiydi yalnızca…

boya kalemlerimi alıp resmetmek istedim havadaki “artık bitti” kokusunu… kokunun resme dökülemeyeceğini, dökülse de renginin gökkuşağı kadar seçenek barındıramayacağını ilk öğrendiğim andı… çünkü hangi renk kalemi sürsem kâğıdın işveli mırıltıları eşliğinde; siyah bir iz bırakıyordu sadece öfkem…

kağıdın üzeri acı dolu kapkara bir isle kaplanıyorken, ellerim koyu  kırmızının kederine yeniliyordu hızla… aklımın kafatasıma ilk meydan okuyuşuydu sanırım; bilmiyorum… tüm akranlarım, pamuk prenses ve yedi cücenin ilişkisine gıptayla uyurken ben elyaf bir ilişkileri olduğundan emindim sadece… işte ilk yalnızlığı öyle hissettim onca çocuk kalabalığımın ortasında sanırım; bilmiyorum…

sonra kendimi bulduğum yer çırılçıplak vücudumla; kuş tüyü huzurunda uzandığım soğuk küvetiydi evin… annem ağlama odasında, gözünden dökülen yaşları ipe dizip varlığına kolye yaparken… ışığı söndürdü sanırım evden biri kazayla; bilmiyorum… karanlık… sadece, şofbenin ucu mavi aleviyle aydınlanan ve musluktan incecik bir ip gibi akan suyun buharıyla efkarlanan banyo terapimi ilk keşfim… beş altı yaşındaydım galiba; bilmiyorum… sonra su sesine bıraktım aklımı… beynimin içinde yankılanan tokat seslerini… az önceki ebeveyn arbedesinden kalma çığlıkları, küfürleri, isyanları ve ağlamaları yıkamaya başladım kapayarak gözlerimi; bilmiyorum…

geliştirdim sonra… yıllar boyunca; her kapanışımda bir küvetin buzdan kollarına; başka bir acımı pakladım içinde varlığımın galiba; bilmiyorum… önce bir kadeh ardından bir şişe en dandiğinden şarap tütsülemeye başladı; musluktan akan suyun hem bedenimi hem ruhumu saran kusursuz yalnızlığını… ardından tütsüler yakmaya başladım… derken sigaram da katıldı… ne kadar kötü alışkanlığım varsa hepsini o karanlık, şarap ve tütsü kokulu sıcak su buharıyla hafif nemli temizleyip durdum yıllarca…

garip şeyler oluyordu yıllar su ile birlikte küvetin giderinden akıp gittikçe… babam annemi dövmüyor; annem ağlamıyordu artık mesela… işte o zaman asıl acının başladığını anladım… en menem şeydi sessizlik ve kımıltısızlık… ruhum, yükseliyordu çıkıp gidiyordu ben öylece çirkinleşen ve kıllanan bedenimin olanca çıplaklığıyla uzanıp gözlerimi sıkıca kapamışken… bırakmaya, gökyüzünde kaçacak bir delik bulmaya çalışıyordu sanki; bilmiyorum…

sonra…

bir film izledim geçenlerde… kaybedenler üzerine… kaybedenlerin loser yazan gömlekler giyip, çook pahalı motosikletlere binemediğini, önlerine gelen model kıvamında kadınlarla osurma rahatlığında yatamadığnı, canı istese de istemese de köfte ya da pahalısından bir şişe viskiyi kolayca bulamadığını, değeri paha biçilmez  plak yada kitap koleksiyonları yapamadığını, diledikleri her şeyi dilediklerince söyleyerek doyasıya eğlenemediklerini; ha deyince olimposa gidecek bir lükse hiçbir zaman sahip olamadıklarını düşündüm... gerçek kaybedenlerin hazin ve ölümcül yüzleri geldi aklıma…  hiçbir kaybeden entelektüel bir anne ile oturup dertleşemezdi mesela… ya da sırf aklının duvarlarından çıkmak için pahalı makinesiyle kendini dağlara ormanlara vurup göğü kucaklamak için uzanan ellere benzeyen ağaç dallarının fotoğrafını çekemezdi kaybolup yaşamından; mezar taşlarının arasında salınarak…

sinemadan çıkarken baktım yüzüne benimle birlikte filmi izleyen herkese… hepsinde değişen bir kaybeden modeli filiz filiz, bilmiyorum… kaybeden kahramanlaştırılırsa böyle oluyor diye düşündüm bu büyülü sanatta… bir gurup arkadaşın değişik pozisyonlarda mastürbasyonunu izledim cebimdeki son on lirayla… bir küvet bulmam lazım dedim içimden… sonra bir iki mum… ucuz ve köpek öldürmekten sabıkalı bir iki şişe şarap… belki yarısı tüttürülmüş bir tütsü; şöyle mentol özütü barındıran… belki de bir iki paket en ucuz sigaradan; bilmiyorum… ruhumu salacağım galiba… kusursuz yalnızlıkla arasındaki yedi farkı aradım kaybeden olmanın...

yedi tepeli şehrin her bir tepesinin tepesi attı cüretim karşısında… kızdırdım sanırım her gün aynı göz rengiyle uyanmayı marifet sananları; bilmiyorum… adamını yollayıp kaldırttı bizi oturduğumuz rezerve edilmemiş masadan, kızdırdığım adamlar… eskiden damsız girilmeyen yerler olduğunu biliyordum; damsız oturulmayan sokak kafelerinin insanlığı nasıl astığını da öğendim asmalı mescitte…

beş altı yaşlarındaydım sanırım… bilmiyorum! odanın açık penceresinden; sokaktan geçerken böğüren arabaların motor seslerinden modellerini ve markalarını anlıyordum galiba… galiba, galip geldiğini sanırken yenilginin ağır yanılgısı tam da şu anda dişimde sızıyan; bilmiyorum…

bir arkadaşım aşksız nasıl yaşıyorsun diye şaşırmış gözlerle bakıp gözlerime sordu acıyarak halime… aşksız yaşadığımı da nerden biliyorsun dedim… cevabı basitti:

bilmiyorum!

kusursuz bir yalnızlık planladım… ne agatha’nın poirot’su nene conan’ın sherlock’u sürebilir izini parmaklarımın… pera’da delice öpüşen kadınlarla galata’da unutulmuş hazerfan bir kanatla örttüm kusursuz yalnızlığımın idamlık delillerini…

eab.

SİNYAL GÜCÜ DÜŞÜK!


oysa ben, sizi tanıdığımdan o kadar emindim ki?... her sabah uyandığınızda gülümseyerek başlardınız mesela… hatta bir defasında, bunun çok ender rastlanan bir insan özelliği olduğunu ısrarla savunmuştu bir arkadaşınız?!…hatırladınız mı?...cevap bile vermiyorsunuz?... ama biliyorum, hatırlıyorum sizi ben… kadınların büyülü varlıklar olduğunu düşünürdünüz hep… her insan aşağılık olabilirdi size göre ama bir kadın asla! Bakın bunu bile biliyorum değil mi?

dik yokuşlardan nefret ederdiniz… yokuş tırmanmaktansa dayak yemeyi tercih ederim derdiniz her yokuş çıktığınızda içinizden… o yokuşlardan inmeyi de pek sevmezdiniz… sinemada büyülenircesine kendinizden geçer, bu dünyadan kopardınız… bambaşka bir alemde olurdunuz büyük ve köhne bir sinemada  film izlerken, çocukluğunuzdan beri… ballandıra ballandıra bertolucci’nin size göre şaheseri olan “1900” ünü; depardeu, de niro ve hayden’in nefes kesen oyunculuğunu anlatırdınız… Sonra da eklerdiniz böbürlenerek; filmi hiç izlemedim diye…

yakışıklı bir adam olmadınız hiç… ama hep güzel kadınları severdiniz… onlar da sizi… nedenini merak ederdim bunun… evet evet! tanıyordum ben sizi… bedeni değildir bir kadını güzel yapan derdiniz… sonra teni değildir onu beyaz, bembeyaz kılan… saçları değildir deli bir lodos gibi savruldukça aklınızda kasırgalar yaratan… kadının gözleridir, gözlerinin içinde ta derininde gizlediğidir onun dünyanın en güzel kadını yapan… Evet işte tam olarak, böyle derdiniz…

sizi tanıdığımdan öylesine şüphe duymuyordum ki… mesela ayaküstü yemekleri hiç sevmezdiniz… sizin için sevişmekle aynı anlamda bir ritüeldi kaliteli ve macera dolu bir yemek… güzel içerdiniz… içkinin libidosunu azdırıp, testosteronlarını şişirmediği ender adamlardandınız… sarhoş olduğunuzda daha çok severlerdi sizi… sarhoşluğu eza tiplerden değildiniz… hiç arkadaşınız yoktu… dostunuz yoktu…arkadaşlar ve dostlar potansiyel ihanet odaklarıydı sizin için...

hatırlıyorum; büyük bir ustanın tiyatro oyununu altı yedi kez izlemiştiniz… hem de birbirini takip eden seanslarda, günlerde… nedenini sorduğumda; doyana kadar diye bir cevap aşk etmiştiniz… aşık olmuştum cevabınıza… hayatım doymadan kalkmak zorunda kaldığım sofralarla dolu olduğundandı belki de…hatırladınız mı beni?

ham insan egolarından, pişmemiş kişiliklerden, hayatı çok mühim ve karmaşık bir mevzuuymuş gibi algılayıp, algılatanlardan, kendi kültürünü inkarı; popülist kültür tarzlarına kabul merasimi sananlardan; bunu yaptıkları halde güzel bir göğüs çatalı söz konusu olduğunda aşık veysel’in kendisinden bile daha şatıroğlu olanlardan, ionescu bilmeden sahnede draculalaşanlardan, haldun taner , aziz nesin okumadan tenesse willliams’ı william sheakspear’in torunu sananlardan pek hoşlanmazdınız…

yoksul semtlerde yokluk içinde hayatlar süren insanları varoş diye aşağılayanlardan da nefret ederdiniz… ben sizi tanıdığımdan o kadar emindim ki oysa… bağınız yaşamla güçlüyken, yani daha azalıp yok olmamışken yaşamak sinyalinizin gücü… çok güzel bir adamdınız siz… kelimeler en yakınınızdı… bir kızınız vardı sanırım… ona çok düşkündünüz… onun dünyaya gelişiyle, kadınlara daha fazla saygı duymayı öğrendim derdiniz hep… küçük masallar uydururdunuz daha o bebekken; gülümseyerek uyusun diye… o da sizin gibi uyandığında gülümsermiş hep, öyle derdiniz…

en büyük zevkiniz, onun siz bir şeyler yazarken gelip omuz ucunuzdan yazdığınızı okumaya çalışmasıymış yeni söktüğü alfabeyle… "kendi alfabemi hediye edeceğim ona, kendi alfabesini yaratsın diye" derdiniz…

ne oldu size… siz artık sanki o adam değilsiniz… oysa sizi tanıdığıma o kadar emindim ki? :)

eab.

DİYET VE AŞK!...


bi gün ben öldüm… rengârenk bir gökkuşağı fikrimin yağmurlarından sonra güneşimin koynuna girdi… çevresinde sekiz harenin her biri ayrı güzel bir hurinin gözlerinde buldum aslımı sonra… suretim, afacan gülmeceler peşinde başka yüzlerin boyalarıyla oynarken; öldüm bir gün ben… aynı olmadı hiçbir şey; cennet dedikleri bu olsa gerek… hani durup hiç kımıldamadığı anlar zamanın… akrep ve yelkovan arasında koşulsuz bir sulh… hatta ateş suyu içme töreni yirmi dört saat aralıksız…

beynelminel bir hissin erketesinde giderken ateşten dudakları alev alev dilberler… hiç birinin gık’ı çıkmıyor; o hissin acıtan leğen kemikleri götlerini fena halde incitiyorken… birbirinden uzak iki kıyının arasında uzun yürüyüşler yaptım; aklım başımda değil… çünkü ben bi gün öldüm… helvamı kendim kardım; frambuazdan nefret ettiğim halde; bir kovasını içine boca ederek… gördüğüm bütün komik anlar; fena bir seronomiye dizildiler ki; bu kadar ölmüşken böylesine gülmem ciddi şekilde yadırgandı…

tramvaya takılan küçük çocuklardan biri benim de asılıp, bütün ruhumu sarkıtmam için gaz veriyordu sanki… “korkaksın oğlum korkak…” diye gözlerimin içine kalsiyumsuzluktan azalmış dişleriyle gülerek bakarak… bu kadar neşeli bir durum olduğunu bilseydim ben bu ölmenin; bir gün değil, her gün ölürdüm kesin… zaten ondan koca bir karanlık ve hiçlik olarak şırınga ediyorlar ya aklımızın dehlizlerine ölümü… sadece bir gün ölsün diye herkes… her gün ölüp onun da bokunu çıkarmayalım diye milletçek…

ben bir gün öldüm… ve kirlenmedi dünya filan… biz büyüdükçe kirletiyorduk zaten, kirlenmesi bizim içinde olmadığımız bir eylem değil ki… bu aralar, her hangi bir sosyal düşüncenin bedenime girmesine karşı direnişteyim… deneysel bir şey tabii… sadece var olmak; renksiz, sessiz, insansız, hikayesiz, aşksız nasıl bir şey var olmak… böyle de var olunur mu lan? diye bakan bir kız kahvesini höpürdeterek içiyor karşımda… kahve lan bu, höpürdetilmeden içilebiliritesi yok ki anasını s… susmak en iyisi… hangi ölü bu kadar konuşur ki… hatta konuşabilen ölüler düşüncenin sinemaskop zombileri değildir de nedir…

yanımda yürüyen, yan masada oturan, yataklarında sevişen insanlara rahatça sokulabiliyorum artık… yani öldükten sonra; bunlar çok sıkıntılı şeyler değil… hani hepimiz yada çoğumuz ömrümüzce, görünmez adam olup nereye istersek hiç fark edilmeden oraya giderek rahatça dilediğimiz ortamda bulunmanın fantezisiyle büyümedik ki?aha işte bir gün ölünce oluyormuş lan bu mesela?

hiçbir kadın,hiçbir adam konuşurken kurduğu cümlelerle aklından geçene yakın bir şey bile söylemiyor mesela biliyor musunuz? Adam gözlerinin içine bakarak kadına” bütün gece kafamdaki hikâyeyle uğraştım!” derken aslında meme uçlarının nasıl olduğunu geçirebiliyor aklından… kadın cevaplarken “ hadi bitir şunu, ne çıkacak merak ediyorum!” diye irileştiriyor gözlerinin bebeğini… ama aslında o bebeğin fikrinden,”neden göbekli, kel ve fodulsun ki sanki?” şeklinde bir serzenişten başka bir şey yok! neyse…

bir gün ben öldüm… bizim bahar, ne kadar sıkıldığımı söylediğimde; “çık dışarı lan, git aşık ol filan..” diye akıl verdi tüm samimiyetiyle… hmmm… hani çıkıp hava almak önerisi gibi… çık aşık ol filan… “E tamam, çıkayım derhal; ve gördüğüm ilk güzel gülümsemenin esaretine sokayım düşüncemi, kalbimi, bedenimi…” dediğimdeyse hemen uyardı: “ çok aşık olma ama, az aşık ol!” Hassiktir… nasıl az aşık olunur ki lan? az kuru şeklinde bir pilav sendromu belirdi bende… aşkın azı çoğu ayarlanabilir mi? ayarlanabiliyorsa eğer, Mecnun neden sıyırmış kafayı? Ferhat, ruh hastası bir maçomuymuş ta tutup şirin için dağı falan delmiş… kerem ile aslının ne zoru varmış o halde… Romeo ile juliet neden tek gecelik fantastik bir seksle yetinmemişler kardeşim? aşkın diyetin olur mu lan?

bir gün ben öldüm… gözlerimi açtığımda daha güzeldi dünya… duru, mutluluktan avazı çıktığı kadar “bu sabah yağmur var İstanbul’daaaaa” diye bebekken öğrendiği şarkıyı söylüyordu gitar çalıp denizin oynaşan dalgalarına bakarken… koca kadın olmuştu; tanrım, dünyadaki en büyük başarım diye övündüm kızımın, kocaman bir kuğuya dönüşmesiyle…
gözlerimi araladığımda, herkes diyet bir mutlulukla bağlı olduğu diyet sevgilileriyle el ele mevsimin hep bahar olduğu harika bir dünyanın çiçekleri gibiydi… gülümsemelerinin ne azı ne çoğu vardı… diyetteydiler sevmeye dair… gökyüzünden bakmak ne güzel bir şeymiş aslında… hazerefan’ın nasıl tatlı bir deli olduğunu dali’nin bıyık uçlarındaki papatyaları koklarken anladım işte; tam o anda…

ben öldüm bi gün… yaşarken de bileğime hiç saat takmamıştım… nabzımın esaretinden paranoyam mevcuttu… ama zamanın ölçeksizliği başka türlü bir keyifmiş; ölünce anladım… savrulmak eğlenceli ve komik bir durum; diyetini ödemediğin aşkların, dirhemiyle mutluktan savrulmak hemde…
bi gün ben öldüm… yetmiş metre sürükledi kocaman bir kamyon arabamızı… dizimde hafif bir sızı indim arabadan… yaşadığımı düşündüm önce… kibrit kutusuna dönen arabadan dizimde bir sıyrıkla çıkmanın keyfi sardı her yerimi… ama sanrıymış sanırım… ben öldüm bi gün… ve hayatım başladı o andan sonra…

eab.

ŞEHİR ... MELEKLER.. VE...


en son ne zaman böylesine zerre kadar minicik hissetmişti kendini hatırlamıyordu bile… erkenden kalktı… geldiği günden beri; yani üç gündür hiç uyumamıştı… uyku diye yattığı karanlıklar, geride bırakamadıklarının boğazında ve genzinde işveli yosmalar gibi raks ettiği çaresizliklerdi… önce Mehmet, ardından İlker; hayatı boyunca kendi kanından olan bazı insanlarının bile açmadığı şekilde evlerini, yüreklerini açmışlardı ona… kendisine kapı açılmasına alışkın değildi ama bunu ifade etmeyi de aşırı melodramatik bir saçmalık olarak görüyordu… yine de insanın kendisine en uzak olduğunu sandıkları en yakınındakiler olabiliyordu işte…

bu hayatının macerasıydı… hayatını koyduğu bir macera… değer verdiklerinin hayatına değer katabilmek için kendi hayatını masaya sürdüğü bir kumar hatta… dünyanın en akıllı ve sevimli ihtiyarıyla buluşmak için erkenden kalktı… tarif etmişti İlker ona gideceği yolu… koca bir ömür boyunca aradığı hiçbir adresi bulamamıştı oysa… çocukça bir cesareti kuşanıp üzerine, çıktı İç Erenköy’ün vızır vızır araçlar geçen bir kaldırımına… içi, iç erenköy’ün caddelerinden daha fazla vızırdıyordu… ama sanki, büyük ikramiye çıkmışta kimseye çaktırmamaya çalışır bir paranoyayla, ne içini ne de dışının bu deli şehre yabaniliğini çaktırmamaya çalışıyordu… kaldırımda uykusunun pençelerinden kurtulmaya çalışan gençten bir çocuk öylece durmuş bekliyordu.sessizce sokuldu yanına… bomontiye nasıl gideceğini sordu… çocuk önce mavi minübüsle bostancıya ardından da sarı dolmuşla oraya gidebileceğini söyledi… atladı mavi bir minübüse… insanların gözleri her günkü gibi usanç içindeydi yorgun şehrin kalabalığında… ama sanki, ona sen de mi geldin lan? der gibi bakıyorlardı…

kendisinden daha yaşlı ama illaki genç görünen birine dolmuşlara bineceği yeri sordu… adam "in benle" dedi… indi… yürüdüler biraz. sigara çıkardı… kendisine mihmandarlık eden adama teşekkür etmek istercesine ikram etti… adam sigaraya bakıp, pek ucuz buldu belli! Kendi cebinden kulaklısını çıkarıp, ben buradan içeyim kardeş dedi… bir pasajın içinden geçtiler… bostancı sahilindeki sarı sarı dizilmiş dolmuşları gösterdi işaret parmağıyla adam… bu parmak adını hak ediyor diye düşündü; adama teşekkür edip, camında şişli yazan dolmuşa binmek için yürümenin rahatlığı ve huzuruyla… yoldaydı…şoföre sordu bomontiye nasıl gideceğim diye… indirdiğim yerden yürüyeceksin dedi adam… indirdiği yerden yürüdü… önce bir simitçiye sordu… ardından bir çiçekçiye… bomonti karakolunu buldu muydu tamamdı… şehre karşı ilk zaferini kazanacaktı böylece… karakolu uzaktan gördüğünde; bir gün yeni gelenler için sora sora İstanbul adında bir kitap yazmaya karar verdi sevinçle…

randevu saatinden erken gelmişti… hemde ta iç erenköyden… hem de ta bomontiye… hanımefendi her zamanki zarafetiyle açtı kapıyı… buyur etti… kahve ikram etti… sohbet ettiler; dertleştiler… koca bir ömrü doyasıya yaşamışlığının belgesi kalsın istiyordu dışı yaşlı ama içi daha genç ve dinamik kadın… hanımefendinin teklifine sonra cevap vermek için ayrıldı oradan… biraz iyi gelmişti yüreği güzel kadının ona söyledikleri… daha güçlü gibiydi şimdi… taksime gitti metroyla… cemal’ini buldu… baran’ını buldu… işi gücü bırakıp hem kol hem kanat oldular ona bu çocuklar…

iliklerine kadar hissediyordu acımasızlığını bu şehrin… ne düşsel ne de cebirsel bir aritmetiğin karın doyurmadığını belki de ilk kez hissediyordu içinde… teşekkür etti… gözlerini kapatıp; demli bir yudum çay yakarken damaklarını… teşekkür etti… doğduğu yerin kırsalında müdürlüğün tadını çıkarıyorken babası… körfez savaşı yıllarıydı… beşinci katında oturuyorlardı lojmanın… boydan boya kocaman cam pencereleri vardı arkadaki oturma odasında… geceleri sabaha kadar uzakta ip gibi dizilmiş beyaz ışıkları izlerdi… karanlık uçsuzluğun boynundaki inciler gibiydi o ışıklar… o ışıkları hatırlamanın ne anlamı olabilirdi ki koca kalabalığında bu kocaman şehrin… körfez savaşı yıllarıydı… daha on sekizine bile girmemişti… sabaha kadar açık televizyonda; Amerikan bandrolü füzelerin kimsesizliğin sırtına nasıl çarpıp durduğunu izlerken, uzaklardaki o sıralanmış ışıklara dalardı; şimdi içinde olduğu şehri hayal ederek… o ilçenin yarı açık, ama yarısı ille de kapalı ceza ve tutuk evinin ışıkları olduğunu yanına kadar gidip, nöbetçi jandarmadan duuurrrr uyarısı aldığında öğrendi sonra…

yollarında, yokuşlarında, sahillerinde, sokaklarında, vapurlarında, metrolarında, kalabalığında kaybolmanın keyfini sürüp durmaya başladı sonra gözlerine… ne güzel bir şehirdi oysa burası… gözleri buğulu, sürekli gülümsediği halde insanın genzinde gözyaşı birikintilerine neden olan hüzünlü bir kuğu gibiydi biraz… kokusu, başını döndürüp yere batanında uyanmanı sağlayan şahane bir kadındı sanki… kadınları bembeyazdı sonra… kiraza dadanmış çocuk dudakları gibiydi dudakları… hepsinin acelesi vardı… hiç birinin gidesi yoktu sanki… hepsi deliler gibi bir aşkın kokusunun peşinden büyülenmişçesine koşturup duruyorlardı; bulmak için… hepsi, masallardaki gibi sevilmenin açlığında birer top model gibiydiler… başını kaldırmadan yerden, her birinin gözünün içine bakıyordu… aradığı, bunca ıssızlığın ortasında, tanıdık bir çizgiydi o gözlerinin bebeklerini ninnileyen… faydasız…tüm güzel kadınların kokularının toplamından daha büyülü bir tütsüyle sarmalanmıştı bu şehir… ve kendisinden başkasına aşık olunmasına asla müsamaha göstermiyordu…

durup baktı; sağına, soluna, önüne, arkasına… kadınlar… erkekler… homoseksüeller… gayler… lezbiyenler… hepsi ne kadar da coşkuluydu… ne kadar da çok mühimdiler… ne kadar da fazla değerliydiler… ne kadar da abartılı zeki, güzel, başarılı, yetenekli vs. vs. diler… Oysa, hepsi biliyordu sanki; öyle olmasalar koşarken düşüp yerde kalacaklarını… bu nedenle anlaşmalarına sadık kalmak en önemli zaferleriydi, evet…

uyuması gerekiyordu artık… çok değil; birkaç saat… sonra aynı yoklukla hiçlik arası uyanış… cebine baktı… on lirası vardı sadece… iki paket sigara… mutlu oldu… yedi fahişe yazmıştı bütün gece… her biri diğerinin matruşkası olan yedi mavi melek… yazdıklarının düşüne uyumalıydı artık… inceden üşüdü…parmakları uyuşmaya başlamıştı… önce yazıyı bitirdi… sonra ışığı kapadı… dağılan kitapları topladı… küllükteki izmaritleri baş ucunda kokmasın diye çöpe döktü… yüzünü de geceye… ben bırakıp çıktığımda; parmaklarında düş nasırları; düşünde duru bir koku; gülümser gibi yummuş gözlerini öylece sızıp kalmıştı… bir gün daha doğacaktı onun için; kaygılarıyla yarınları arasında sıkışmışlığının doğurgan yağmurlarına gebe bulutlar sinsi bir yavşaklıkla gökyüzünde salınıyorlardı…

hiç kimseyi tanımayanlar için aradığın yeri bulma rehberinde sarı bir sayfa; asla bulunmamak için kör olası bir inatla saklanıyordu… gül evi’nde türkü söylüyor mudur yine rakıyı kahrına pansumanlamış bir gececi şimdi… kafalar güzel, gönüller kendine özel anasonlanmıştır inceden acaba? Ve otobüs durağına sallanarak giderken sağlı sollu kokuyor mudur kaçak ızgara tezgahları… toplanmamış çöpler… yine geceye yenilmiş silüetler… çoktan kavuşmuştur şimdi düşüne… ben arşınlarken gecesini yedi bilinmeyenli denklemin;  o kavuşmuştur melek yüzlü yedi mavi fahişesine…
eab.

LEONARDON!!!


kıçı donduğundan beri, hiçbir aysbergin karşısında kollarını iki yana açıp, “vat is matrix lan?” tadında romansa kesmiyordu genç adam… donuk bir kıçın çözülmesi nasıl zorlu bir süreçtir bilemezsiniz… bu konuda donanımınıza değer katacak bir durum da olmadığından tanımlamam da yersiz olacaktır…

esasen genç adam, bir süre sonra batıp yok olacak trans atlantiğin güvertesinin burnunda bu eylemi transa bağlamış aşk ederken; sebebi tavrının tek ve en minimal tanımı aşikârdır; aşk!

bu aşk, öyle çok da abartıldığı kadar trajik, nefes darlığı ve idrar yolları enfeksiyonu muhteva eden; ne bileyim, kalp ritminde bozukluk yaratan bir illet değildir aslında… eğlencelidir… neşeli bir şeydir hatta… zira, aşk’ın fokuslanılan nokta ile temasa ettikten sonraki evreleri, evreşe yolları kadar dar ve kısa paslaşmalar şeklinde cereyan etmez… mutlaka bir yalıtkan, iletken durumuna mani olur; şen şakrak maniler aracılığıyla…

iki sevgiliyi izlemek; şahane bir karikatürün boş balonlarına dilediğini yazmak kadar muhteşem bir eğlence sağlayabilir; sevgili’siz bi’z çarelere… bir tren garında birirne uzun uzun sarılmış ayrılamayan bir çift gördüm mesela geçenlerde… ikisinin de yüzünde ayrı ifade… kadın, “Geldin mi?” diye sorarken; adamın yüzünde alçak bir munzurluk: “Böyle bir kuru sarılmayla mı?”

boğaza ve gün batımına nazır şahane bir tepede, tepeden sonraki zirvenin derdindeki delikanlı; hiçbir lugata girmemiş ve hatta herhangi bir edebi külliyatın yakınından geçmemiş edepsiz imalarla dolu, romantik cümleleri peş peşe, sevgilisinin gerdanına kolye niyetine peşkeşlerken; genç kızın illaki, “beni seviyor musun” şeklindeki gereksiz merakına verecek cevabı ararken hiçbir kelimeyi manalı bir cümle kurabilecek şekilde yan yana getiremez…siktir lan, ne uzun cümle oldu…

kelimeleri yan yana dizsek; cüceliğim ortaya çıkacak boy ölçüştüğümüzde… neyse… örneğin; genç kız baygın baygın gözlerine bakarken; “Biliyor musun? Bu şehir senin güzelliğin karşısında bütün yelkenlerini suya indiriyor aşkımmmm!” diyen lafbaz delikanlı, kızın yukarıda belirttiğim soru cümlesi sonrasında “Arda da sakatlıktan sonra toparlayamadı çocuk!” şeklinde bir cevapla aşkın eğlenceli diyaloguna noktalama olabiliyor mesela…

ve evlenmeden olmaz şeklindeki envai çeşit aşk klişesi…“pizza yiyelim mi?” “evlenmeden olmaz!” şeklinde başlayan aşk kokulu fast food sevişgenleri, hayallerini “sinemaya gidelim mi” “evlenmeden olmaz!” şeklindeki zalim diyalogla sonlandırabiliyorlar… bilmedikleri, evlendiğiniz zaman zaten bunlar da dahil hiçbir bok olmuyor!

çünkü bu memlekette insanlar değil; aileler ve hısım akrabalar birbiriyle evleniyor…”Teyzemin görümcesinin kayınvalidesinin kız kardeşinin oğlu hayatım, hatırladın mı?”… Böyle bir soru dünyanın neresinde var lan…Böyle bir ilişki yumağı da yok… adamlarda bir uncle var… tüm erkek akrabalar uncle heriflerde… kadın olarak da aunt işte, oldu bitti… bir de mister ve misis Brown adında bir gramer karı koca var… hepimizin İngilizce algısında türlü fantezilerle yer etmiş… Ki bunun sebebi de Mezun adlı filmden kalma Misis Robinson’un sübyancı kevaşeliğinden başka bir şey değildir…

hadisenin en vahim yanıysa, bu tanımı hatırlayabilen erkeğin; evlenmeden önce olmasını hayal ederek diri kaldığı heyecanına veda etmesidir… aşk, eğlenceli bir şeydir yani… bir ömür aynı yastığa baş koyanların, ikinci bir yastıkla rahat rahat uyumamaları ise olacak gibi bir salaklık değildir yani… yetmiş yada seksenli yaşlardan sonra, evlenmeden olmaz aşıklarından birini diğerini hala öldürmemiş ise varlığıyla eğer, aralarında şöyle aşk kokulu lakırdılar mekik dokur:

“Seni seviyorum hanım!” “Ihlamurunu iç, geçer!”…ya da “Seni seviyorum bey!” “Sen kimsin lan!”

o nedenle, titaniğin bir aysberge çarpması hazin bir son olarak dimağımızda onmaz yaralar açmış olsa bile, aşk’ın kıç dondurucu varlığının ruhumuza işlemesi açısından da ciddi bir fayda sağlamıştır… bir de otoritelerin belirttiğine göre, bahar mevsiminde polenlerin, havaların ya da başka doğa hadiselerinin etkisiyle insanların aşka olan bağışıklık sistemleri çöker, yerine her çiçekten bal almaya meyilli bir ruh hali geçermiş… düşünsene lan, bunu belirterek ekmek yiyen insanlar var memleketimde… otorite! Kim ulan bu otoriteler… kaç kişiler… nerde yaşarlar… ne yer, ne içerler… nasıl bir cinsel durumları var… ilişki durumları karışık mıdır? değilse nedir… aynı zamanda ata sözlerini de bunlar mı yazarlar… neyse…

siz siz olun evlenmeden vermeyin… dizginlerinizi… olmaz diyin kardeşim! evlenmeden olmaz… peki, aşk var mı? vaaaaar… en iyisi ortaçgil ustanın tınıları dışında takmamak kafaya aşkı meşki… yaşasın happy hour’lar… sonrası ise ağlarsa anam ağlar, gerisinin ağlayışları imitasyondur; başka bir şey değil!

eab...

AMNİOSENTEZ...


... aya dönmüş yüzünü güne bakan! kesin bir ibnelik var bu işte... yolunda gitmiyor bazı şeyler; al yuvarlar, yuvarlanmıyor mesela küçük heyecanlarında kalbin... bir martının kanadına takılmış oltalarıyla balıkçılar; gökkuşağının altından geçiyorlar... hala herkes erkek! ebem kuşağı; sen öznesinde söz konusu olunca ebenin beline sarılabilir mi yedi renginin her biri ayrı bir logarın bok kokusuna bata çıka? yolunda gitmiyor işleeerrr...

bir kıvılcım bulsa patlayacak kadının bedeni yanından sessizca kalkıp giden sevgilisinin aklına... her yana haal kırıklığı parçaları yayılacak... sentez halinde yakalanacak ve fotoları basına dağıtılacak bilinmeyen bir kaynak tarafından bütün bitkiler...susuz kaldıkça çatlaması gerekirken dudaklarım; acı biber yanması geçmiyor bir türlü... içimi tireten bir soğuk var ve kuyruğu titretircesine üşüyorum... ama güneşten derisi kavrulan bembeyeaz kuğuların çığlıkları giriyor; tatlı bir gitar tınısının arasına...

parmak uçları dokunmak istiyor birinin... kadının teni dilsiz... konuşmaya mecali yok gecenin çilleri yıldızların... kuzey yıldızı batıya kaçmış; anormal bir iş bu... normal değil... sağdan sola yazmaya başladım tamamını, ağlayan güzel gözlü bir başka kadının hüznünü... gülmeceler biriktirmek derdindeyim oysa; kimse hüznün gergefinde etini acıtmak cesaretini göstermiyor...maçaların sıkmaması durumu genel bir hali ihtiva ediyor...

soldan sağa bütün üç harflibağlaçları bileklerime bağlanmış buluyorum sabah uyandığımda... yere serdiği tualine ana avrat küfrediyor aklımın deli ressamı... şarap lazım biraz... kana karıştırıp,rengini açmak için hemoglobinin; sarhoşluk dert değil nice zamandır...olmalı mı olmamalı mı? yoksa hiç değişmemeli mi? memeli mi? yani yarasa... bu kadar yaramayan bir asayı korku dehlizlerimize dişleriyle sokarken; neden ana tadında bir sınıfın içinde saygın bir yerde mesela?

ı ıh!... yolunda değil bazı şeyler... giderek de bozuluyor... kilisenin çanları, ezanlarla kucaklaşıp kardeş kardeş fenzimi okşuyor..lodosun etkisinden şehrin bütün zangoçları, zan altında; deliriyor... beklemekten daha kör edici bir şey yok bir yerde... derimin bütün gözeneklerini, su ve hava geçirmez yağlı boyalarla boyayarak intihar etmeli... böylece rengarenk ölmeli demişti o tuvalden başka yalnızlığını sarmalayacak canlı bulamayan zavallı ressam... gözenekler tıkanıp hava alamayınca deri... ağız ve burundan alsan bile oksijeni; yitiriyormuşsun ömrünün anlamını formülize eden diyojeni.. geberiliyormuş yani! acayip...

iyi geceler zümrüdü anka kuşu...yalnızlığını aynadaki aksine şikayet eden yaşlı ve bir ayağı çukurda komşu... iyi geceler... sadece masal ünlüsü olan yedisi değil, evrendeki tüm cüceler... dilimde namerdin boynuna dolayıp sıkmam için birikip korkudan bekleyen tüm heceler...iyi geceler, pencerden duvara düşen kulenin gölgesi...benim insanlarıma unutturulan insan hakları evrensel bildirisi...yerebatan zindanında gökyüzü hasretinden habire deri döken sayın şahmeran...bir avuç para için, insanlığını boyalarla gizleyerek sırtını yaslayıp güveneni kandıran... iyi geceler kör karanlık, gözün bebeğini gülümseten nurdan aydınlık...yüzünü aya dönen güne bakan, en kör hançeri sırtını döndüğün an ruhuna takan; iyi geceler...

uykunun ellerini ellerinden kaçıran...iğneyi kendine batırmadığı halde çuvaldızı batırdıklarına acımadan bağıran...sokak lambalarının yorgunluğundan utanarak şehri aydınlatan yaygaracı gök gürültüsü... dişindeki yeşil şeyin farkında olmayan, nerden çekersen oraya giden ülkemin güzel yüzlü sessiz sürüsü... içte kalan ukde... boşaza takılan akide... canı canandan ayıran afacan... kırk yıllık hatrına güvenip telvesiyle yalnızlığı kandıran fincan...iyi geceler taş duvar... tahta sedir... ortası delik; yamalı bendir...

aklıma yosunlarını sarmıyor bu tuz oranı çoktan bozulmuş deniz... normal değil; yolunda gitmiyor bir şeyler... gece gölgeleri kollarına almış arsızca becerirken, sokak aralarındaki fare deliklerine gizlenip duruyor; hepsi başka bir rengi kuşanmış kimsesiz ve yalnız sesler...

iyi geceler...yanından geçtiğim bütün insanlar...oturup kalktığım tüm ıssız masalar...yokuşlar... zamansız göçe teşebbüsten itlaf edilen zavallı kuşlar...

I..Ih! Normal değil, olması gerektiği şekilde olmuyor bazı şeyler; masada boynu bükük kalan rakı, yarısından ayırılmış beyaz peyni ve beklendiği halde hala gelmeyen mis kokulu kavun; iyi geceler...

eab...

REEN'KARINASYON?!


karnından konuşan bir vantrologun, feci halde ağrı yapan gaz sancısıydı sebastian… uşak olarak geldiği dünyadan altmışlı yaşlarda terki diyar ederken; reankarnasyonik bir hata sonucu Brüksel lahanası olarak  geri döneceğini asla bilmezdi tabi… ölümünden birkaç saniye önce duşta aklına gelen espriyi hatırlamaya çalışırken, hiç saçı olmadığı halde kullanmaya çalıştığı fön makinesinden kaçan ciddi bir elektrik akımının kurbanı olmuştu…

aslen Giritliydiler ama asla bunu dile getirmeyip; Fransız olduklarını sanıyorlardı… babası, dedesi ve hatta onun da dedesi uşaktı… sülalenin bu mesleği kuşaktan kuşağa büyük bir aşkla benimseyip, babadan oğla devretmesinin en önemli nedeni; saray soyundan gelen büyük büyük büyük dedesinin, tanburi ökkeş namıyla maruf büyük bir sanatkar olması nitekim en sevdiği makamın da uşşak makamı olmasıydı… atalarından birinin ay ku derecesi az düşük olduğundan, makamı; makama kulluk eden olarak algılayarak; olası bir müzik kariyerini ailenin kader çizgisinden silmişti…

sebastian, eskiden Brüksel lahanalarına karşı duyarsızlığının ağır vicdanı travmasını yaşıyordu… dışardan bakıldığında bu travma pek hissedilmiyordu… çünkü bitkisel bir fabl fikri henüz topluma çok uzaktı… ayrıca la fontaine’in piknik için gittiği bir ormanda rakunlar tarafından feci halde iğfal edilerek; diğer hayvanlar tarafından kendilerini yanlış ifade ettiriyor diye linç edilmesi, bu durumu en azından bir yüz yıl daha öteliyordu…

küçük Brüksel lahanaları ile iletişim kurmaya çalışsada; bitkilerin iletişim organları maalesef olmadığından, bu çabaları sadece üzüntülü bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı…”keşke?..keşke tim burton’un yazlığının arka bahçesinde yetişen Brüksel lahanalarından olsaydım?” diye düşündü iç çekerek…”o zaman, beni de kahramanı yapacağı masalsı bir uzun metrajda kendimi ifade edebilirdim belki…” şeklinde kontra bir düşünce daha dimağında kaşınarak filizleniyorken kendine gelip, toparlandı… bu böyle olmayacaktı… hemen ocağın üstünde kaynayan derin çorba tenceresinin içindeki suya atladı…hasssiktiiiirrr… su cehennem gibi sıcaktı; lakin sebastian bu hatasının bedelini kan ter içinde yumuşayarak ödeyecekti…

“pardon! Bakar mısınız?” diye mırıldandı; hayatında yeni bir sayfa açmaya karar veren ünlü vantrolog Cemal’in karşısında oturan cansız kukla… sadece ağzı ve gözleri oynuyordu… özenle oyulmuş saçsız kel kafası yumurtayı andırıyordu… beyaz sakalı, kaytan bıyıkları ile ne kadar da… tanrım… ne kadar da şeye benziyordu…garson, döndü ve Cemal’in karşısında oturan ahşap bebeğe baktı… bebekte garip bir şekilde kafasını çevirdi… garson, geceleri garsonluk yapan ama gündüzleri senatoda senatörlük yapan idealist bir orta yaşlıydı… “nereye?” diye soruyu soruyla cevapladı… sorunun soruyla cevaplanmasından nefret eden ünlü vantrolog cemal çok sinirlenip, masanın üzerindeki 28 çataldan birini garsonun alnının ortasına fırlattı; garson başını eğdi… kukla” ben bir Brüksel lahanası çorbası istemiştim!bu isteğim işletmenizin zoruna mı gitti?” diye dizlerine başını eğen garsona çıkıştı… garson “getiriyorum hemen efendim!” diyerek saygıyla eğildiği yerden doğrularak mutfağa doğru yürürken; üç dört masa gerideki yaşlı ve tombul bayanın esnerken ağzından girip küçük diline saplanan çatalı çıkarmaya çalışıyorlardı…

Sebastian kaşığın içinde suyuna salınırken, hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan mona lisa yı düşündü… tamam, mona lisa belki bir resimde gülsem mi ağlasam mı kararsızlığında, kişiliği pek de oturmamış, tutarsız, ne istediğini bilmeyen bir kadındı… üstelik; evet tamam kendisi sadece imitasyon bir tablonun içindeki cansız bir resimdi… ve boyaları da çok yağlıydı; tamam.. ama aşk böyle bir şeydi! Hislerine engel olamamış, ona vurulmuştu sebastian… birden karanlık bir tünelden geçtiğini hissetti… ünlü vantrologun boğazıydı bu…

yolculuğu engellerle dolu ve tehlikeliydi… tünelden, diğer kişiliksşiz sebze ve gıdaların buluşma yeri olan bir alana geçti… cemal tarafından iyice çiğnenmiş olduğundan, duvardan yansıyan görüntüsünü görünce ürktü çünkü hiçbir ski…yolları bu halde onu uçuşa kabul etmezdi… cemal, yüzünü ekşiterek, “olm bozuktu sanırım bu Brüksel lahanası?” diye sıkıntıyla mırıldandı… kuklası endişeyle kaşlarını kaldırıp hüzünlendi: “gaz mı yaptı abi?” Cemal, kendini iyi hissetmiyordu…sebastian da öyle…

sonra tüm restoranı ürküten bir ses duyuldu… sebastian artık özgürdü… aynı gün içinde katı,sıvı ve gaz halinde reankarne olmuştu… cemal’in yüzündeki gülümseme; kuklayı rahatlattı…masadaki diğer sandalyede hiç konuşmadan oturan yazar, gazın şiddeti çarpınca düşüp komaya girmişti… sandalyesi boştu…

günlerden bir gün; sebastian trajik bir hata sonucu bir Brüksel lahanası olarak reankarne olmuştu!

Eab.

TİN...


hiç görmedim gülümsediğini... cemal görmüş; güzelmiş..."ondan o kadar az gülümsüyor" dedim... gülümsedi; yani cemal... yüzündeki hüznün parmaklarımın arasında dolaştığından habersiz çevremde elinde tepsisiyle dolanıyor... insan, bunca kalabalık gürültü ve bunca saçma sapan dişi koku arasında, bembeyaz tüller kuşanmış bir kuğu gibi sessizce dolanır mı böyle hiç... sıradan, basit giysileriyle... ama işte o gözlerinden bütün yüzüne akan olağanüstü lezzetli hüzün... gölgesini bir kabus gibi kalbinin üzerine çöreklendiriyor; dokunsan ağlayacakmış kederinde bir yüzün!...

aslında yeryüzündeki oylumundan habersizce bunca kelimeyle sarmalanmak... budur delice olan... bedeli olmayan bir tablodaki o ünlü paha biçilmez kadınlardan biri haline getirilmek... sihirlik bir adiliğin kıvrımlarında bedeninin ısısını duyumsamak...

tutup cımbızla çekip aldırıyor sana gözlerinin içi... o kadar büyük bir sessizlik var ki güzel dudaklarında... bütün bu kuru kalabalığı denizinin nemiyle ıslatıyor sanki...

sanki ılık bir sanrı... sanki, onu bu amaçla yoğurup üflemiş tam da şu ana yüce tanrı...

o kadar!

eab.

GÜNAHIN ESTETİĞİ...


Ve onlara dedi ki;

Gürz sırtınızda patlamadan anlayamazsınız aşkı… aşkın narındandır alnınızdaki isler… kalbinizin dizginlenemeyen kısraklarının altında can verecek bütün namert seyisler… bir olmanın ağrısını en uzak hücrenizde pışpışlarken; uykusuzluk göz kapaklarınızdaki çengeller gibi düşürecek aslınızı aşağıya…

Ve ne kadar düşerseniz o kadar büyüyeceksiniz… küçüldükçe gölgeniz; devasa bir boyuta ulaşacak varoluştaki önceliğiniz… ve arkanızdan hiçbir bekleyen bırakmadığınızda; ölümün aslında ne olduğunu anlayacaksınız… ve özledikçe siz; özlemin karanlık kolları dolanacak boynunuza…

Sonra gülümsedi;

Güller hazin bir mevsimin son yolcularıydı… bülbüllerin tamamı ses tellerini koparıp bağladılar; aklımın ışık saçamayan akümülatörü çalışsın diye… güldüğünde yüzünde nurdan ışıklar saçan kadının beyaz teninde bir damlaydı şimdi zaman… zamanın peşinden koşarken düşülen cehennem çukurlarında  asimetrik kederler…

Ve bir anlamı olmalıydı bütün bu saçmalığın… bütün bu ihanetlerin… bu gereksiz lanetlerin… aşkın anlamını sormamalıydı; aşkınla kocaman bir canavara çevirdiğin küçük bir kadın… ve büyülü bir ormanın en uçuk rengiydi gözlerindeki bebeğin teni….

Ve onlara dedi ki;
Nafile kaçışınız kendinizden…Gürültüsünden korkmayın gökteki yağmurun; asıl yorganı başınıza çektiğinizde; ölesiye korkmalısınız kendi iç sessizliğinizden…

Bütün aynalar aynı anda parçalandı… cam kırıkları ile doldu hepsinin gözleri… camlarda gözlerindeki kırıklıklar….

Ve onlar;
Yeniden aynı günahı işlediler… Onca dediklerine aldırmadan… Çünkü bilmiyorlardı Günahın da bir estetiği olduğunu….

Eab.

HIIIIIII????


peki... dışına kaç metre var çemberin... kaç yunus daha atlayarak öldürecek kendini karalarıma.. peki... ne nergis koksun o zaman ne de salyangoz baharından bir tatlı huzur almaya gelsin bir takım kimseler kalamıştan... hayır gerek yok... ecnebi bir hüznün terkisinde terk ederken eski alışkanlıklarını; nafile tövebekar bir alkolik, mutsuz bir bulutun en kümülüs yerine kümelenen hazin bir sonbahardı eski sevgililerin akıldan hiç  çıkmayan kokuları...

ne zamandır kokusuz kaldığını düşündü kadın... kadının mavi eteklerinde çiçekler vardı... çiçekler polenlerini sıçamamış; kabız bir yazgının giotininine eğerken boynunu... ben; koca bir şehrin ayasına tükürüyorum; ellerimde yoksul kınalar... peki o zaman... zamanı durdursun merlin... mansiyon versinler kendisine... koysun baş köşesine gövdemin...

hem zemin hem de gök yüzü geçitler doldurdum en salak masal kahramanının çocukluğumdaki büyüsüne... büyülenmişcesine bir çift gözün ertesinde baş ağrısından başka bir şey değildi yoksunluğu hayatımın... önce bir kadeh rakı dolandı fikrime... fikrimde hezeyanları koca  biğr şehrin... oysa, yalnızlar; en fiyakalı kahramanıydı benim bütün hikayelerimin....

bilmiyorum.... kaç yokuş çıktım bu siktiğim şehirde bilmiyorum... kaç yokuştan yuvarlandım... kaç otobüs kaçırdım... kaç otobüse vaktinden çok önce yakalandım... kaç kere sevdim... darıldımkaç kere... bilmiyorum... tükenişim; gökyüzüne erdiğim anda başladı aslında... varsayalım, aklımdaki bütün düşünceleri bir ipe dizerek sayalım... Panço villasız bir don kişotluk benimki... benimki... üfelentiden yeni çıkmış bir aşkın, yorgun argın mağdurlarına ağrı kesici.... filan  işte!

sadece özlemekle olmuyor gölgeni... gölgene dair senden  de bir şeyler gerek; bir şeyler lazım yani bir yerde....yani bir yerde... yerde kalmalı artık cenazesi geride kalanların.... hani ölenle  ölünmez misali... yada, mitoz yada mayöz; istesen de ömrün bir kaç parçaya bölünmez mesela...

ya de haydi gidin ya... bukowski falan okuyor; viskiyi buz ve sek içiyor ve lakin anadolu kokuyorsunuz bre zındıklar... savrulmuş dört yanına anadolunun; aganigi naganigi fındıklar... bu mudur yani;düşerken gayri safi milli hasılamıza bu kadar sent, çarşafa gömülecek kadar yavan mı yaşayanlarıyla bunca semt....

her şey ders oluyor bana... okumamışım ben hiç müfredata göre filan... Falanlardan bileklik örüyor küçük ve yalın bir kız....peki öyleyse tanrım, bu nasıl sa.masapan bir hız...

en kraçl abisiyim ben ortamların... hayır çekip gitmesini bilmak asıl hünerim.... hayatta ben en çok tam zamanında fotoğraftan çıkmasını bildim... bildim ben çünkü fotoğrafım sephia bir sarılıkla hepatitin en ceeee sine bulanırken, kardeşimin yerine koyduğum çaresizliklerce kapılara kondum...

bir fiiil vazgeçtiğm kendimden... kendime engeller koyarken; hiç zıplayıp üstünden aşamayacağım... niye yazıyorum ki lan...aslında özlediğim kızım.... tek varlıgı yaşamama neden olan... aslında kokusu çiçeğimin.....tek dayanma nedenim bütün kasırgalarına ömrümün...

gerisi uyandığımda....

neyse amına koyiim... yorgunum lan sadece.... fena yorgunum... bitkin yani!... bitsin artık.... hikaye filan istemiyorum... çok yorgunum... bi siktirin gidin... yeter yani....

ha bir de şunu unutmayın sakın.... hepiniz bir zamanşar anlamıydınız ömrün ve fakat ömür, sakata bağladığından beri; yavaşça siliniyorsunuz çekilen  tüm sevda fotograflarımden...............

eab.

HÖLÖLÖÖÖÖÖÖ!!!


“Taaaaaakkkkkkkkkkk” diye vurup kadehi; coşturunca asidini bardağın ucuna doğru; dikiyorlar kafalarına bir dolu ergen “shut” tekniğiyle…Böyle içiliyormuş “hölölöö” küçük beyoğlu’nun büyük ambiansında… Her taaaaaaaak diye vuruşlarında; alkolsüz ve de gereksiz benliğimin hoplayışı da içimin hölölösünü mağdur kılsa da yapacak bir şey…

O zaman bir hesaplaşmadır sevi oyunlarında gözden düşen damlanın asıl nedeni…ten ile tin arasında dinsel metaforlar diziliyor boyunlarına gecenin  bembeyaz sürtüklerinin… gece olması değil midir zaten; ay’ın bu denli ışıksız kalmasının en yukarıda…onca ışıltısıyla günah şehrinin meleklerini toplayacak sanki ellerim…

Yanarsa hiç ummadığım anda alevler içinde çaresizce… ellerim yanarsa yarına dokunmak derdini nereye katlayıp koyacağım özenle… özenip bezenip hazırlanmışlar bir bardağın dibindeki son promili berbat damlaya kadınlar… platin tepsilerden varlıklarını yudumlatıyorlar hazırlandıkları adamların libidolarında… asmalı’da asmalı hepsinin gölgesini… tabi kanun nezdinde bir kararnameye isim bulmak için aylarca nameler döken hırslar kurban edilmeden aslında…

Bla bla blaaaa….yaz …kur… beyninin içi ağrısın… ağrı bile heybetlenemesin içteki o fena karmaşadan… heybetlenememek… Türkçede yokmuş bu arada … sistem uyarıyor beni yine… yiner anarşik bir kelime düşürdüm iki işaret parmağımın ucundan literatürüme… türümü bir anlayıp tanımlayabilseler bilim adamları…literatürüm konusunda beklenenden daha hızlı yol alacaklar…

Ah yol almak…yola çıkmak…yollanmak…yellenmek kadar efil bir huzur mudur peki aslında… Kimbilir… bu gidişin dönüşünde geride bırakılan bulunacak mı kimbilir…kim bilir…Koreli aslında ama bi türkle evlenmiş… şeyhmus bilir… olmuş kim bilir…neyse?

Sabah olmuş yine… darbukacı artık ritmi iyice kıstı… kısık ritimlerle gözlerime baktı… gözlerimde koca  boğaz  kan… ben her adım attığımda ardımdan ağlayarak yıkılan… mazi, kalbimde bir yaradır… Ne de çok sevdiğimiz bir fildi oysa, rahmetli Bahadır… Birde nişadır var…Ne skime yaradığını bilmiyorum asla…

Haaa! Bu arada; hırstan başka bünyesinde zerre barındırmayanlar… eğitim aldık diye; o eğitimi bir şekilde alamamış olanları insan yerine koyamayanlar… o eğitimi bir şekilde alamamış ama rüyasının gergefinden çıkıp hayallerini tokat gibi yaşama savurmuş bir adama çalıştıklarını unutmasınlar… aslında özeti budur hem memleketin, hem sevmenin, hem ihanetin, hem lanetin…

Mesela bir barın sokağa taşan oturaklarının başına beni dikseler tipine bakıp almayacağım bir kardeşimin ikidir tipime bakıp beni orada oturup ziftlenmeye layık bulamaması gibi… yani, pembe yanaklı bir alman kardeş, yada Amerikalı afro Afrikalı bir diğeri, gayet semirik(ahanda yeni bi kelime daha) kaidelerini teke zortlatırcasına gayet damsız konuşlandırırken Açıkhava birası taburelerine; benim naçiz götümün ecnebi muamelesi onur kırıcı hale sokuyor tüm varlık uzuvlarımı….

Topçu alekse hadi gel vatandaşımız ol gururlanalım adında “ali” olsun diye devlet’i ali kademesinde bir yalvarmadığımız kalmışken, tam on beş ay pek mühim bir sınırda çeliğin soğuğunu ülkesi için avuçlarında pişirmiş oricinal bir ali olarak ben de vatandaşlığına geçmek istiyorum artık bu cennet vatanın…çok mu la istediğim… beni de kabul edin vatandaşlığa… bende oturayım BARDA…

O zaman hölölö ulan, gecenin bu saatinin aslında sabahın bu saati olduğunu anladığım tam da şu ana…
İyi…
Eab.