19 Aralık 2013 Perşembe

KÜSKÜN...

Boğazımda sürekli dönüp, gırtlağımı virütal devinimlerle oyan bir bıçak, bedenimde sıcaktan çok ürperten bir soğuğun müsebbibi bir ateşle gittim; Uzunçayır Caddesi Salı Pazarı karşısı Emek Sahnesi'ne...Sevgili Pınar Yıldırım (ki burayı dişiyle tırnağıyla kurdu ve yaşatıyor), bir hafta önce ben onun nasıl muhteşem bir oyuncu olduğunu bir Yapımcı'ya anlatırken, vahiy inmiş gibi arayarak her zamanki zarif ve tatlı haliyle, nazik bir şekilde davet etti "KÜSKÜN" müzikalinin galasına... Değil yüksek ateş ve böbrekte taş; yoğun bakımda olsam, bağlı olduğum yoğun bakım ünitesiyle kalkıp giderdim; bu merak ettiğim Engin Alkan rüyasını izlemeye!...

Bu Engin Alkan'ı bu memleketten yollamalı.. Kovmalı bu Engin Alkan'ı...Ne yapıp edip bu Engin Alkan'dan kurtulmalı kardeşim...Niye mi?! Öylesine kışkırtıp, öylesine büyük bir acz içerisinde bırakıyor ki; bizim, çoğunlukla kabız olmasından muzdarip olduğumuz üretim kanallarımızı... Öylesine akla ziyan sihirbazlıklar yapıyor ki sahnede; göt içi kadar yerde; kocaman bir okyanusa kulaç salladığın hissi uyandıran! Emek Sahnesi'ndeki en efektif oturma ve seyir düzeni karşıladı bizi yerlerimize otururken... Gökyüzüne doğru uzayan ince uzun, kafesi andıran bir dekor.. İpler, tahtalar.. Bütün kedi yollarını sahneye dikey çakmış hissi uyandırıyor hani insanda.. Oyuncular dikine yürüyerek, yerçekimsiz bir mucizeyi sokacaklarmış gibi gözlerimize... Sonra, Pınar Yıldırım'ın "devasa" Zakkum performansıyla, durağan, yavan, hatta şekspiryen denebilecek "sıcak" tiradıyla, içindeki küskünlüklerinin hafiften uyanışını hissediyorsun oyunun ilk anlarında...

Bir sohbetimizde, tiyatronun Tim Burton'u olduğunu iddia ettiğim -ki artarak sürüyor bu iddiam- Engin Alkan'ın aklına gizlediği tuhaf isimli, tuhaf makyajlı ve tuhaf tavrılı "kasaba" ahalisi bir daha bırakmamak üzere kollarına alıyor ve bir top gibi birbirine atıp paslaşıyor aklımızla... En garibi ve en lezzetlisi de bu garip kasabalıların topunun anlatıcı olarak en yerel sazlarımızla harmanladıkları evrensel performansları.. Büyüleyici bir etki yapıyor bende, hepsini iştahla yemek istiyor gözlerim... Yerli bir yazarın, ecnebi isimlerle 12 Eylül'ün, yabancı bir ülkede geçmişini anlatmasından nasıl haz etmediysem, Engin Alkan adındaki bu "yalnız" tiyatro dehasının, uyduruk isimleri yerel motiflerle evrensel "karakter" lere dönüştümesini de öylesine beğendim! Beğenmedim, kıskandım..Çok kıskandım hem de..

Üç Engin Alkan oyunundan sonra, perde arasının nerede seni beklediğini hissediyorsun aslında! Hissedemediğin şey, seni nasıl bir pandikle yerinden kaldırıp fuayeye yollayacağı?! Oyunda anlatılan hikayenin çözümlendiği ana kadar "hapiste" olan Keskin karakterinin gözümüzün önünde olması da yine Engin Alkan rezilliklerinden(!) biri... Bu rezillikler nedeniyle zinhar yollanmalı bu memleketten bu adam! Çünkü, içimizdeki üç beş akıl ve yetenek kıvrımına da dudak büküyor yaptıkları.. O nedenle ulemalıktan çıkıp, bütün gece uluyoruz, bu adamın yaptıklarına duyduğumuz zehirli ve biçare hasedimizden..

Oyuna dönersek, -ki oyundan dönerken düşündüğüm tek cümle "Küskün, kendi içindeki küskünlüklerle barıştırıyor seni!".- cümlesiydi.. yazar, yönetmenin eline öylesine renkli ve derinlikli bir metin vermiş ki, bir bedende iki deha barındırmanın keyfini sahneye kazımış Engin Alkan! Mesela oyunun en keskin karakterini, en itici, en sinir bozucu ve insanı gerici performansı alabileceğinden emin olan oyuncudan almış.. Kesik'i oynayan Mert Süleyman, bizi bu anlamda rahatsız edip durdu.. Amaç da buydu bence! Kesik ve diğer karakterlerin, onca sürreal dokunuşlara rağmen yanında oturup nefes alıyormuşçasına gerçek ve sahici performanslarından tutun da, benim diyen "in yer face"'e nal toplatacak sertliği;ama bu sertliğin hemen ruha nüfuz etmesini sağlayan naif ve sevgi dolu diyalogları, tüm karakterlerinin evrilişlerindeki zerafet ve zamanlama bu adamın tanrı vergisi hünerlerinden en önemlisi..

Engin Alkan'ın kafasının içinde kutular var... Sandıklar.. Kutular.. Hepsi seyirciye kollarını açar gibi uzanıp, kucaklar gibi buyur ederek (Küskün'deki uzuuun merdiven kasnaklar da dahil) garip ve sihirli tozların uçuştuğu bir dünyaya davet ediyor sizi...Engin Alkan oyunlarında, başka bir memlekette vatan hasreti çekerken, sana doğduğun toprakları, çocukluğunu, sancılarını, kıvranışlarını anımsatıp; haz veren bir duygu var... Ya da, memleketin sıkışıp kalmışlığından; bir oyun boyunca aklını kaçırıp evrensele kanat çırpmanın tadını yaşatan bir his..Ama tercihi sana bırakıyor usta!

Engin Alkan'ın kafasının içinde -bundan daha iyisini yapmalıyım- hırsı var... Kendisini diğer kardeşlerine gösterdiği sevgiden mahrum eden babasına, ne olduğunu göstermek isteyen küçük çocuklarda olur ya hani?! 

Engin Alkan'ın kafasının içinde, renkler, tüller, masallar, aşklar, ayrılıklar, kahkahalar, hüzünler ve sihirli tozlar var... Bu tozların dokunduğu her oyuncu, modern zamanların küstah ve mekanik duygusallarında birer masal kahramanı oluyor anında... Oyuncuya iyi geliyor adamın oyunları... Tanrı herkese bir Engin Alkan oyununda oynamayı nasip etsin! Nasip etsin etmesine de, bu kadar sınırsız bir aklın "yalnızlığından" "kederinden ve yorgunluğundan da onu kurtarsın! İşi zor...Çok zor hem de! Nefret ederken bile seven bir ruha sahip olmanın; sahneye düşen ışıkları altında bir başına tiradını unutmak gibi bir şey belki de...

Yeniden "Küskün" müzikali... Bedenlerini, dillerini, duygularını nasıl omurgasız kullanıyorlarsa aynı esneklikte dans ve şarkılarda da üst düzey bir performans sergileyen genç ve önemli oyuncular... Edip Tepeli, dünyanın en güzel kamburu "Kuzen" performansıyla; böyle bir özrün altında ezilmişliği, bu ezilmişliğin yumuşaklığını, ürkekliğini, güvensizliğini ve duygusal med ceziri'ni öylesine güzel ve dozunda verdi ki bize... Tiyatro'nun ışıltılı oyuncularından biri olacağı o kadar belli ki...

Pınar Yıldırım, dekoru, müziği, ışığı, karakterleri, atmosferi, rejisi ve metni "Küskün" olan bu müzikalin en "Küskün" karekteri olarak yazarın ve yönetmenin ortak aklından -ki ikisi de aynı kişi-  fışkırmış gibiydi sahnede.. Yüzündeki çirkin ötesi makyajıyla dünyanın en güzel kadını olarak bitiriyordu performansıyla oyunun selamında..

Zeynep Çelik Küreş, gözümü izlemekten alamadığım bir "Battal Sefa"oldu oyun boyunca... Karakterin bedeniyle ruhunu anlatması ne kadar güzel bir yaklaşım; böyle oyunların ışıkları altında...Ruhu ve gövdesi birbirini arayan milyonların yaşadığı bir şehirde...

"Kıymık" İbrahim Ersoylu ve "Kurşet"Hasan Karakurt öylesine mühim ve yerinde bir tezat oluşturuyorlar ki sahnenin üzerinde... Siyah ve Beyaz gibi, Gece ve Gündüz gibi.. Ama aynılıklarını ve renksizliklerini de ışıltılı bir şekilde muhafaza ederek...

"Zifir" Engin Alkan oyunlarında karaktere dokunuştan nasibini almıştı.. Dişilik ve maskülenliğin eş değer oranda güzel bir kadının en nefaset giysisi olduğunu çözmüş Usta! Bu karakteri oynayan Hande Ağaoğlu Kaplan da kendini "usta" nın ellerine bırakmanın madalyasını gerdanında taşıdı oyun boyunca...

Kimileri için, ya da kimilerine göre dezavantaj sayılabilecek bir fiziğe sahip olan Caner Erdem de, bu yöndeki olumsuz yaklaşımların hepsini derdest edecek bir "Mıhbey" olarak karşımızda rekora koşan bir atlet gibiydi!...

"Kesik" karakterini oynayan Mert Süleyman, bir sahne boyunca; bir kafesin içinde ve özümüzün önünde üstündeki platformda oynanan oyunu zerre kadar sabote etmeden; sanki bir alt benlikmiş gibi yerinde ve dozunda bir geri oyunculukla; ilk perdenin en şahane dekoruydu...Oyuna girdiği andan itibaren de; olduklarımız ve olamadıklarımızın tarifsiz iticiliğini şahane geçirdi ruhlarımıza...Antipatikti..Ve bu anlamda başarılıydı! Hiç birimiz aşık olmadık Keskin'e.. Çünkü Keskin, hepimizin içimizde var olan gösterişli ama yenik ve silik güvensizliğin ta kendisiydi sanki!

Işık, ses, müzisyenler, dekor, kostümler... Öylesine abartısız, sade, doğal ve içtendiler ki... Ben oyun eleştirisi falan yazamam esasen.. Bu bir ilk olacak  eğer bu yazı, o başlık altında  algılanırsa(!).. Sadece sıradan bir seyirciyim ve izlediğim bir oyunun bende yukarıda ifade ettiğim duyguları hissettirmesi yaşama nedenlerimden biri...

Işığa, dekora, tekniğe, sese, efekte boğulmuş onca oyun izledikten sonra; tiyatronun çok daha çıplak ve steril bir iletişim olması kanısı uyandı bende... Bu kanıyı karşılayabildiğim yerlerden en önemlisi de Engin Alkan oyunları...

Bu yüzden , hadi daha fazla çıldırmadan; bu adamı yollayalım memleketten! Ne ön sırada oturup dudak bükmemize gerek kalır, ne de onu görmezden gelmek için çevirdiğimiz boyunlarımızda kireçlenme! Malum yaşlar da ilerliyor ya hani, o bakımdan!

Uzun lafın kısası, Engin Alkan'ın "KÜSKÜN" Müzikali, anlayana ciddi bir arzuhal...Anlamayana New York Flarmoni az!!! 

EMEK SAHNESİ'ndeki "KÜSKÜN" Müzikali, insanın kendi içindeki küskünlükleriyle barışmasını sağlıyor! Emeği geçen herkese teşekkür ederim.. Kendi adıma tabi!!

Esen Ali Bilen