18 Şubat 2013 Pazartesi

İÇSEL MANİA'FESTO?!



yağmura boğulduğunda aklın kelebekleri, ağrıdan sızıdan sıyrılıyor içteki bütün yaralar… seneka’ nın umurunda bile değil aslında, bu denli düşünürse ne düşüneceği düşüncesi hakkında insanların… onların, kendilerini affedecek tanrıları vardı… bu yüzden affedilecek çok şey yaptılar, korkmadan gecelerden… artık eti kemiği ayırmak lazım, bu denli hecelerden… endülüs rakkaselerinin kirpiklerinden düşen, kapkara bir sihir salınarak kalbini deliyor, çıplak ayaklı anadolu ozanının… ozanlıktan sıkılmış oysa, gergefinde kalmaktan modern zamanların…

fena halde ihanet kokar sokak, toprakla sevişerek; her yağmurun sonrasında… öncesini merak etmez hiç kimse, cinnet geçirilen bir cinayete kurban giden kelebek kanatlarına bakarken… ölmek için çok erken… yaşamak gereğini yerine getirmek lazım… bağırıp çağırmak mesela suskun bir duvarın çatlağına gizlenmiş eski güzel bir anıya… kara bir kış özlemi, gövdenin ahıskasına teyellenmiş…yabancı gözlerin bebeğinde, anne sütü eksikliği en büyük derdi belki de ahmed arif’in… aynı siyah taşlı evlerin havuşlarında kanamış ilk varlığımın düşüşünde dizlerim oysa… oysa, oymasa oymacı artık bir meşe gövdesinden güzel yüzünü mona lisa’nın, kim üzülecek buna?... bunca hengamenin koptuğu bir meydan dayağında, cereyanda kalmış aklımın üzengisi… beyaz gecelerde hala step yapıyor, sibiryanın afro saçlı hüzünlü zencisi…

anneannem, tek kelime konuşamadan gitti dilimden… dilim, anneannemin ana dilinde bi haber… doğuyla batı bir başka yazarın dediği gibi “ biri kör, biri sağır iki kardeşti… sadece dokunarak analaşabilirlerdi!” ama hiç dokunamadılar alnımın çizgileri buyunca… hudutlar çizdim sonra bembeyaz bir resim kağıdına… gözümden sararmış yaşlar döktüm, elleri nasırlı anneannemin ağıtlarına… tanımadığım kadınların adlarını yazıyorum habire; denizinde kayıklar bestelediğim bir uçsuzluğun kağıtlarına…

deniz, ne kadar uçsuz olduğunu unutturmuş kendine… yaşlı balıkçı ondan ayrıldı sanıyor… ne moby ne de dik bir yokuş var oysa artık ömrün yokuşlarında… yokuş aşağı salınırken, sardunyaları emekli bir fahişenin balkonlarından… salkım saçak, saçmalamalar yağarken ay çiçeklerinin üzerine, bütün aşkların tecavüze uğradığı saati göstererek sevişmeye başlar delice akrep ve yelkovan… yelkovan bir kuştur, uçar gider orgazmının peşi sıra… akrep, çaresizce yine kendini sokar… doğası gereği, yoktur başka şansı… ve bulunamadı panzehiri maalesef bu ağır kahrın, helenistik çağlardan beri…

hamam böcekleri, saunaların saltanatına yenik tüketiyorken nesillerini, banyo küfünde patlatıyor bir delikanlı, aklının ergenlik siğillerini… tuval boya tutmuyor… dali, dalıp gidiyor uzaklara… bıyık uçları aşağı düşmüş bir kibir, delilikle sarmaş dolaş yuvarlanıyor… gökyüzünden düşen bütün elmaları masalcılar toplayıp yarısına kadar yiyip atıyorlar… yarısından sonra atılmış elmaların oluşturduğu çöp dağlarının üzerine kristal bir kale yapmak tek derdim sanki…

sanki eski bir sızı doğrulup içteki kabrinden, incecik sesiyle vuracak hala kurumamış kanayan gizli yerinden….yeniden kanamak içi ne kadar da meyilli kalbin ta kendisi…gece, yine sikip atıyor karanlığıyla beyazları; ne de olsa uçsuzluğun kara gözlü efendisi…
omzumdaki kelebek, durumun dudağının kenarında nazlı bir bebek şimdi… kaç tane ben var biliyorum kızımın yüzünde… kaç tane ben, hiç biri bana benzemeyen… zaaflarımdan hiçbir kromozom beslemeyen, zayıflığımdan zerre kadar istemeyen, kaç tane ben…

artık gitmek zamanı, kelimelerin dizildiği sol anahtarının oyuklarından… kısa ve sessiz kelimeler yazmak istiyor parmaklarım… parmaklarım, gövdemden bağımsızlığını istifa ediyor artık… “artık ne gelen ne beklenen var/ tenha yolun ortasında rüzgar…” çıkarmış şeyiyle…..

eab.


2 yorum:

  1. Cok sert, cok derin, cok kavgali, cok kelime oyunlu ama cok guzel bir icsel kavga olmus.Umarim parmaklarin ozgurlugunu ilan etmesi kalbe yumruk atmamis olsun bu kavgada... Birinci okumanin hissiyati bu, ama bence en az 10 kez okunursa yakin bir icsel tartismaya hazir hissedilebilir...ancak bir akrep bu kadar guzel anlatir yelkovani...

    YanıtlaSil