19 Aralık 2013 Perşembe

KÜSKÜN...

Boğazımda sürekli dönüp, gırtlağımı virütal devinimlerle oyan bir bıçak, bedenimde sıcaktan çok ürperten bir soğuğun müsebbibi bir ateşle gittim; Uzunçayır Caddesi Salı Pazarı karşısı Emek Sahnesi'ne...Sevgili Pınar Yıldırım (ki burayı dişiyle tırnağıyla kurdu ve yaşatıyor), bir hafta önce ben onun nasıl muhteşem bir oyuncu olduğunu bir Yapımcı'ya anlatırken, vahiy inmiş gibi arayarak her zamanki zarif ve tatlı haliyle, nazik bir şekilde davet etti "KÜSKÜN" müzikalinin galasına... Değil yüksek ateş ve böbrekte taş; yoğun bakımda olsam, bağlı olduğum yoğun bakım ünitesiyle kalkıp giderdim; bu merak ettiğim Engin Alkan rüyasını izlemeye!...

Bu Engin Alkan'ı bu memleketten yollamalı.. Kovmalı bu Engin Alkan'ı...Ne yapıp edip bu Engin Alkan'dan kurtulmalı kardeşim...Niye mi?! Öylesine kışkırtıp, öylesine büyük bir acz içerisinde bırakıyor ki; bizim, çoğunlukla kabız olmasından muzdarip olduğumuz üretim kanallarımızı... Öylesine akla ziyan sihirbazlıklar yapıyor ki sahnede; göt içi kadar yerde; kocaman bir okyanusa kulaç salladığın hissi uyandıran! Emek Sahnesi'ndeki en efektif oturma ve seyir düzeni karşıladı bizi yerlerimize otururken... Gökyüzüne doğru uzayan ince uzun, kafesi andıran bir dekor.. İpler, tahtalar.. Bütün kedi yollarını sahneye dikey çakmış hissi uyandırıyor hani insanda.. Oyuncular dikine yürüyerek, yerçekimsiz bir mucizeyi sokacaklarmış gibi gözlerimize... Sonra, Pınar Yıldırım'ın "devasa" Zakkum performansıyla, durağan, yavan, hatta şekspiryen denebilecek "sıcak" tiradıyla, içindeki küskünlüklerinin hafiften uyanışını hissediyorsun oyunun ilk anlarında...

Bir sohbetimizde, tiyatronun Tim Burton'u olduğunu iddia ettiğim -ki artarak sürüyor bu iddiam- Engin Alkan'ın aklına gizlediği tuhaf isimli, tuhaf makyajlı ve tuhaf tavrılı "kasaba" ahalisi bir daha bırakmamak üzere kollarına alıyor ve bir top gibi birbirine atıp paslaşıyor aklımızla... En garibi ve en lezzetlisi de bu garip kasabalıların topunun anlatıcı olarak en yerel sazlarımızla harmanladıkları evrensel performansları.. Büyüleyici bir etki yapıyor bende, hepsini iştahla yemek istiyor gözlerim... Yerli bir yazarın, ecnebi isimlerle 12 Eylül'ün, yabancı bir ülkede geçmişini anlatmasından nasıl haz etmediysem, Engin Alkan adındaki bu "yalnız" tiyatro dehasının, uyduruk isimleri yerel motiflerle evrensel "karakter" lere dönüştümesini de öylesine beğendim! Beğenmedim, kıskandım..Çok kıskandım hem de..

Üç Engin Alkan oyunundan sonra, perde arasının nerede seni beklediğini hissediyorsun aslında! Hissedemediğin şey, seni nasıl bir pandikle yerinden kaldırıp fuayeye yollayacağı?! Oyunda anlatılan hikayenin çözümlendiği ana kadar "hapiste" olan Keskin karakterinin gözümüzün önünde olması da yine Engin Alkan rezilliklerinden(!) biri... Bu rezillikler nedeniyle zinhar yollanmalı bu memleketten bu adam! Çünkü, içimizdeki üç beş akıl ve yetenek kıvrımına da dudak büküyor yaptıkları.. O nedenle ulemalıktan çıkıp, bütün gece uluyoruz, bu adamın yaptıklarına duyduğumuz zehirli ve biçare hasedimizden..

Oyuna dönersek, -ki oyundan dönerken düşündüğüm tek cümle "Küskün, kendi içindeki küskünlüklerle barıştırıyor seni!".- cümlesiydi.. yazar, yönetmenin eline öylesine renkli ve derinlikli bir metin vermiş ki, bir bedende iki deha barındırmanın keyfini sahneye kazımış Engin Alkan! Mesela oyunun en keskin karakterini, en itici, en sinir bozucu ve insanı gerici performansı alabileceğinden emin olan oyuncudan almış.. Kesik'i oynayan Mert Süleyman, bizi bu anlamda rahatsız edip durdu.. Amaç da buydu bence! Kesik ve diğer karakterlerin, onca sürreal dokunuşlara rağmen yanında oturup nefes alıyormuşçasına gerçek ve sahici performanslarından tutun da, benim diyen "in yer face"'e nal toplatacak sertliği;ama bu sertliğin hemen ruha nüfuz etmesini sağlayan naif ve sevgi dolu diyalogları, tüm karakterlerinin evrilişlerindeki zerafet ve zamanlama bu adamın tanrı vergisi hünerlerinden en önemlisi..

Engin Alkan'ın kafasının içinde kutular var... Sandıklar.. Kutular.. Hepsi seyirciye kollarını açar gibi uzanıp, kucaklar gibi buyur ederek (Küskün'deki uzuuun merdiven kasnaklar da dahil) garip ve sihirli tozların uçuştuğu bir dünyaya davet ediyor sizi...Engin Alkan oyunlarında, başka bir memlekette vatan hasreti çekerken, sana doğduğun toprakları, çocukluğunu, sancılarını, kıvranışlarını anımsatıp; haz veren bir duygu var... Ya da, memleketin sıkışıp kalmışlığından; bir oyun boyunca aklını kaçırıp evrensele kanat çırpmanın tadını yaşatan bir his..Ama tercihi sana bırakıyor usta!

Engin Alkan'ın kafasının içinde -bundan daha iyisini yapmalıyım- hırsı var... Kendisini diğer kardeşlerine gösterdiği sevgiden mahrum eden babasına, ne olduğunu göstermek isteyen küçük çocuklarda olur ya hani?! 

Engin Alkan'ın kafasının içinde, renkler, tüller, masallar, aşklar, ayrılıklar, kahkahalar, hüzünler ve sihirli tozlar var... Bu tozların dokunduğu her oyuncu, modern zamanların küstah ve mekanik duygusallarında birer masal kahramanı oluyor anında... Oyuncuya iyi geliyor adamın oyunları... Tanrı herkese bir Engin Alkan oyununda oynamayı nasip etsin! Nasip etsin etmesine de, bu kadar sınırsız bir aklın "yalnızlığından" "kederinden ve yorgunluğundan da onu kurtarsın! İşi zor...Çok zor hem de! Nefret ederken bile seven bir ruha sahip olmanın; sahneye düşen ışıkları altında bir başına tiradını unutmak gibi bir şey belki de...

Yeniden "Küskün" müzikali... Bedenlerini, dillerini, duygularını nasıl omurgasız kullanıyorlarsa aynı esneklikte dans ve şarkılarda da üst düzey bir performans sergileyen genç ve önemli oyuncular... Edip Tepeli, dünyanın en güzel kamburu "Kuzen" performansıyla; böyle bir özrün altında ezilmişliği, bu ezilmişliğin yumuşaklığını, ürkekliğini, güvensizliğini ve duygusal med ceziri'ni öylesine güzel ve dozunda verdi ki bize... Tiyatro'nun ışıltılı oyuncularından biri olacağı o kadar belli ki...

Pınar Yıldırım, dekoru, müziği, ışığı, karakterleri, atmosferi, rejisi ve metni "Küskün" olan bu müzikalin en "Küskün" karekteri olarak yazarın ve yönetmenin ortak aklından -ki ikisi de aynı kişi-  fışkırmış gibiydi sahnede.. Yüzündeki çirkin ötesi makyajıyla dünyanın en güzel kadını olarak bitiriyordu performansıyla oyunun selamında..

Zeynep Çelik Küreş, gözümü izlemekten alamadığım bir "Battal Sefa"oldu oyun boyunca... Karakterin bedeniyle ruhunu anlatması ne kadar güzel bir yaklaşım; böyle oyunların ışıkları altında...Ruhu ve gövdesi birbirini arayan milyonların yaşadığı bir şehirde...

"Kıymık" İbrahim Ersoylu ve "Kurşet"Hasan Karakurt öylesine mühim ve yerinde bir tezat oluşturuyorlar ki sahnenin üzerinde... Siyah ve Beyaz gibi, Gece ve Gündüz gibi.. Ama aynılıklarını ve renksizliklerini de ışıltılı bir şekilde muhafaza ederek...

"Zifir" Engin Alkan oyunlarında karaktere dokunuştan nasibini almıştı.. Dişilik ve maskülenliğin eş değer oranda güzel bir kadının en nefaset giysisi olduğunu çözmüş Usta! Bu karakteri oynayan Hande Ağaoğlu Kaplan da kendini "usta" nın ellerine bırakmanın madalyasını gerdanında taşıdı oyun boyunca...

Kimileri için, ya da kimilerine göre dezavantaj sayılabilecek bir fiziğe sahip olan Caner Erdem de, bu yöndeki olumsuz yaklaşımların hepsini derdest edecek bir "Mıhbey" olarak karşımızda rekora koşan bir atlet gibiydi!...

"Kesik" karakterini oynayan Mert Süleyman, bir sahne boyunca; bir kafesin içinde ve özümüzün önünde üstündeki platformda oynanan oyunu zerre kadar sabote etmeden; sanki bir alt benlikmiş gibi yerinde ve dozunda bir geri oyunculukla; ilk perdenin en şahane dekoruydu...Oyuna girdiği andan itibaren de; olduklarımız ve olamadıklarımızın tarifsiz iticiliğini şahane geçirdi ruhlarımıza...Antipatikti..Ve bu anlamda başarılıydı! Hiç birimiz aşık olmadık Keskin'e.. Çünkü Keskin, hepimizin içimizde var olan gösterişli ama yenik ve silik güvensizliğin ta kendisiydi sanki!

Işık, ses, müzisyenler, dekor, kostümler... Öylesine abartısız, sade, doğal ve içtendiler ki... Ben oyun eleştirisi falan yazamam esasen.. Bu bir ilk olacak  eğer bu yazı, o başlık altında  algılanırsa(!).. Sadece sıradan bir seyirciyim ve izlediğim bir oyunun bende yukarıda ifade ettiğim duyguları hissettirmesi yaşama nedenlerimden biri...

Işığa, dekora, tekniğe, sese, efekte boğulmuş onca oyun izledikten sonra; tiyatronun çok daha çıplak ve steril bir iletişim olması kanısı uyandı bende... Bu kanıyı karşılayabildiğim yerlerden en önemlisi de Engin Alkan oyunları...

Bu yüzden , hadi daha fazla çıldırmadan; bu adamı yollayalım memleketten! Ne ön sırada oturup dudak bükmemize gerek kalır, ne de onu görmezden gelmek için çevirdiğimiz boyunlarımızda kireçlenme! Malum yaşlar da ilerliyor ya hani, o bakımdan!

Uzun lafın kısası, Engin Alkan'ın "KÜSKÜN" Müzikali, anlayana ciddi bir arzuhal...Anlamayana New York Flarmoni az!!! 

EMEK SAHNESİ'ndeki "KÜSKÜN" Müzikali, insanın kendi içindeki küskünlükleriyle barışmasını sağlıyor! Emeği geçen herkese teşekkür ederim.. Kendi adıma tabi!!

Esen Ali Bilen


18 Şubat 2013 Pazartesi

İÇSEL MANİA'FESTO?!



yağmura boğulduğunda aklın kelebekleri, ağrıdan sızıdan sıyrılıyor içteki bütün yaralar… seneka’ nın umurunda bile değil aslında, bu denli düşünürse ne düşüneceği düşüncesi hakkında insanların… onların, kendilerini affedecek tanrıları vardı… bu yüzden affedilecek çok şey yaptılar, korkmadan gecelerden… artık eti kemiği ayırmak lazım, bu denli hecelerden… endülüs rakkaselerinin kirpiklerinden düşen, kapkara bir sihir salınarak kalbini deliyor, çıplak ayaklı anadolu ozanının… ozanlıktan sıkılmış oysa, gergefinde kalmaktan modern zamanların…

fena halde ihanet kokar sokak, toprakla sevişerek; her yağmurun sonrasında… öncesini merak etmez hiç kimse, cinnet geçirilen bir cinayete kurban giden kelebek kanatlarına bakarken… ölmek için çok erken… yaşamak gereğini yerine getirmek lazım… bağırıp çağırmak mesela suskun bir duvarın çatlağına gizlenmiş eski güzel bir anıya… kara bir kış özlemi, gövdenin ahıskasına teyellenmiş…yabancı gözlerin bebeğinde, anne sütü eksikliği en büyük derdi belki de ahmed arif’in… aynı siyah taşlı evlerin havuşlarında kanamış ilk varlığımın düşüşünde dizlerim oysa… oysa, oymasa oymacı artık bir meşe gövdesinden güzel yüzünü mona lisa’nın, kim üzülecek buna?... bunca hengamenin koptuğu bir meydan dayağında, cereyanda kalmış aklımın üzengisi… beyaz gecelerde hala step yapıyor, sibiryanın afro saçlı hüzünlü zencisi…

anneannem, tek kelime konuşamadan gitti dilimden… dilim, anneannemin ana dilinde bi haber… doğuyla batı bir başka yazarın dediği gibi “ biri kör, biri sağır iki kardeşti… sadece dokunarak analaşabilirlerdi!” ama hiç dokunamadılar alnımın çizgileri buyunca… hudutlar çizdim sonra bembeyaz bir resim kağıdına… gözümden sararmış yaşlar döktüm, elleri nasırlı anneannemin ağıtlarına… tanımadığım kadınların adlarını yazıyorum habire; denizinde kayıklar bestelediğim bir uçsuzluğun kağıtlarına…

deniz, ne kadar uçsuz olduğunu unutturmuş kendine… yaşlı balıkçı ondan ayrıldı sanıyor… ne moby ne de dik bir yokuş var oysa artık ömrün yokuşlarında… yokuş aşağı salınırken, sardunyaları emekli bir fahişenin balkonlarından… salkım saçak, saçmalamalar yağarken ay çiçeklerinin üzerine, bütün aşkların tecavüze uğradığı saati göstererek sevişmeye başlar delice akrep ve yelkovan… yelkovan bir kuştur, uçar gider orgazmının peşi sıra… akrep, çaresizce yine kendini sokar… doğası gereği, yoktur başka şansı… ve bulunamadı panzehiri maalesef bu ağır kahrın, helenistik çağlardan beri…

hamam böcekleri, saunaların saltanatına yenik tüketiyorken nesillerini, banyo küfünde patlatıyor bir delikanlı, aklının ergenlik siğillerini… tuval boya tutmuyor… dali, dalıp gidiyor uzaklara… bıyık uçları aşağı düşmüş bir kibir, delilikle sarmaş dolaş yuvarlanıyor… gökyüzünden düşen bütün elmaları masalcılar toplayıp yarısına kadar yiyip atıyorlar… yarısından sonra atılmış elmaların oluşturduğu çöp dağlarının üzerine kristal bir kale yapmak tek derdim sanki…

sanki eski bir sızı doğrulup içteki kabrinden, incecik sesiyle vuracak hala kurumamış kanayan gizli yerinden….yeniden kanamak içi ne kadar da meyilli kalbin ta kendisi…gece, yine sikip atıyor karanlığıyla beyazları; ne de olsa uçsuzluğun kara gözlü efendisi…
omzumdaki kelebek, durumun dudağının kenarında nazlı bir bebek şimdi… kaç tane ben var biliyorum kızımın yüzünde… kaç tane ben, hiç biri bana benzemeyen… zaaflarımdan hiçbir kromozom beslemeyen, zayıflığımdan zerre kadar istemeyen, kaç tane ben…

artık gitmek zamanı, kelimelerin dizildiği sol anahtarının oyuklarından… kısa ve sessiz kelimeler yazmak istiyor parmaklarım… parmaklarım, gövdemden bağımsızlığını istifa ediyor artık… “artık ne gelen ne beklenen var/ tenha yolun ortasında rüzgar…” çıkarmış şeyiyle…..

eab.


TANGO VE CASH!


topuğunu, yere her öfkeyle vurduğunda, kızıl patlamalarla kanını fışkırtıyordu sanki adamın, siyah saçlarını uzun beyaz boynunun üzerinde topuz yapan kadın… öfke ve nefretin, aşkın en şehvetli katmanları olduğunu kollarının en küçük kasında hissediyordu kadını kavrayan adam… sıkıca kendisine çektiği kadının bedeninin teslimiyetinin aslında delice bir başkaldırış olduğunu her çarpışmalarında ayağı kalkıp alkışlıyordu dolunay…

önce adımlarının birbirini öldürmek yada sevişmek için yakalamaya çalışmasıyla yankılandı notaların arasında müebbet çilesini dolduran ağlak keman… yırtınarak “roxanne” söylüyordu çingene tırnaklarının arasındaki yaşam pisliklerini temizleyen adam…

adamın dişleri yeni bilenmiş sedef saplı keskin birer bıçak… kadının ensesinden akan bir damla ter, asi ve isyankar  bir ceylan… sokaktaki su birikintilerinde birlikte boğuyorlar tutkunun nefesini… adımlarının kavuşması an meselesiyken, kavgaları aşk destanlarından dökülen lavlarda yanan sahipsiz gölgeler…

guatemala’da çıplak ayakları çocukların parmak aralarında ölüm, çarpıştıklarında bedenlerinden savrulan ateş topu bir ışık… annemin nergis kokusu, eski bir sandığı açtığımda yüzüme ilk vuran… kadın bir bulut şimdi, dolgun ve kabız memelerinde bir dünya dolusu yağmur…

kadın bir bulut, bir türlü kana kana yağamayan… adam, celladı bütün beyaz düşlerin adeta… sert ve kavgacı adımlarla, evrendeki bütün sol anahtarlarını beline pençelerini geçirdiği güzel kadın için gözünü kırpmadan yağmalayan… sarhoşluğun kollarında ıslak bedenleri, duvarda yekpare bir yaratık şeklinde gölgeleriyle yalpalayan…

hiroşima’nın nesi meşhur derdinde değil bizim buralardaki şekersiz kız çocukları… onlar daha on beşine girmeden yürüyüp bitirmişler, cehenneme yapılan bütün kanlı ve acı yolculukları… kadının ayak bileğinde uçamayan renksiz bir kelebek…

gözyaşlarına aldırılmadan bir yoksulluk kızının, körpecik rahmine düşürülmüş babası belli olmayan zavallı bir bebek… ah, aklımda delicesine şehvetle bitmeyen ateşli bir tango; zehirli bir engerek… neruda kısalığında bir kılıç olsun isterdim oysa dilimde… damağım kurusun… bitmesin, adamın aklının duvarlarına çarpan, kadındaki baş döndürücü bu benzersiz koku…


incitilmiş duygularını ipe asıp kurutma derdinde, gecekondudaki kanatsız melekler… geçim derdi,şiddetli geçimsizlik nedeniyle ortasından ayrılamıyor bir türlü adli takvimde… ve papatya gibisin… ve beyaz … ve ince… bir duman tütüyor şimdi adamın sigarasında, kadının bacakları arasındaki bilmecenin son harfini de bitirdiğinde…

geriye devirdiği başının vakur duruşuna yenik adam, kadının… kadın bu zaferin mağlubu olmak derdinde, gözlerinin çizgileri arasında dolaşan hüzün yağmurunu gizleyemiyor… siyah beyaz bir film düşüyor fona… kohen, aşkın sonuna kadar dans et benimle diyor aklımı parçalayan acılı sesiyle… sonsuza dek dans eden iki gölge sarılıp gökyüzü oluyorlar kara bir bulut şeklinde… sonra yağmur… kızıl kırmızı bir yağmur… sokağın delik deşik yaşanmışlıklarına dolan bir dolu göz ağrısı…

papatya gibisin beyaz ve ince… uzun olmayacak ömrün kanaatimce… yaralı bir aşık, sevdiğinin kendisini sevip sevmediğini son yaprağınla öğrenince… ve yeniden şaklatınca kamçısını indiana jones, yeniden başlayacak peron peron insan dolusu bir koşuşturmaca… ve kadının topuzu açılıp rüyalarıma savrulacak… adam dizlerinin üzerinde başı öne düşmüş, ölüp kalacak…

eab.

...AŞK?!


“görmediğin bir şeye sıkma; kendini vurabilirsin!” dediğin anda, yüreğinden sızan kandır aşk… yüreğinden sızan kanın; ince nakışıdır ömrüne ölümü teyelleyen… ılıklığıdır o kanın aşk; sıcak ile soğuk arasında hangi tarafta olduğunu bilmediğin sıratlardan korkuyla geçerken… özlediğin, diline damağına, canına yanağına, ellerine ayaklarına sinen kokusudur aslında yârin… yarınsızlığının asıl sebebi, bugününde ve dününde hep onun saçlarının karanlığına asılmış olmandır, nafile…

çaresizce çırpınışların kan sıçratır gövdesine ağacın, dalındaki ökseye yakalandığında… koşmaktan takadin kalmadığında düştüğün dizinde hissettiğin keskin acıdır aslında aşk… başka dillerde ağlayan gökyüzünün bulutu aynı rahimden düşürür hem seveni hem de sevileni oysa… oysa yağdıkça, gözlerinin kenarından mavi gri bir ırmak… yağdıkça, yağmalanan gönlün kristal kafesindeki camdan kalpten başkası değildir… sigaran sadece sevdiğinin dudağındaki korla yanar olur… ateşin kırk derecenin kırkına da düşman bir öfkeyle, yakar onun ayakları suyu hürmetine yüz sürdüğün kaldırımları…

kaldırımlarda yaşamın yüksek apoletlerini takan fahişelerle göz göze geldiğinde içine düşen gamdır aşk… bir ağız dolusu küfür, bir küfür dolusu ağzın kan revan içinde parçalanmasıdır sessizlikten… küçücük bir tebessüm gözündeki aysberge değdiğinde, yeniden insan olduğunu hissedip içindeki ılıklıktan korktuğun andır aslında aşk… tanımadığın anaların tanımadığın kuzuları, tanımadığın hevesler yüzünden vurulup alınlarından düştüklerinde her seferinde toprağa; burnunda sızlayan allı beyazlı rüzgarlardır aşk… bir lokma bayat ekmek… yada, tam da gitmemen gereken o anda siktiri çekip gitmektir aşk…


koca bir çınarın gövdesine bir asır boyuca tırnak sürüyerek devirebilmektir aşk… yasak duvarlara, yasak renklerle, yasak imlaları fırçalayarak yazmaktır aşk… devrim uğruna, sümüğünü genzine çeken çocukların, akıllarında işkenceye devam eden kızların kokularıdır aşk… güneşin doğuşundan ayın batışına kadar, gidenin arkasından gözlerini mimlemektir ufuğa… açlıktan ölecek kadar perişan oturduğun sofrada, çoktan ölmüş gözlerinle sonsuzluğa bakarcasına kımıldamadan bakmaktır tabağa…

düşmek karanlığa… yükselmek aydınlığa… aşk… yoktur… kaçmaktır… görmediğin bir şeye sıkarak kendini vurmaktır…

GİTMEK!?


Ağırdan alırsın… Alabildiğine yavaş akar damarlarındaki kan… Hem al hem de ak yuvarlar, nazlı nazlı yuvarlanırlar yani, bir yerde… Bir yerde, başka biri de senin gittiğin yere doğru hareketlenir… Hiç baktırmadığın halde nereden estiyse baktırdığın falında çıkar adının baş harfi…
Ağır aksak kalkmalısın bıraktığın yerine; geride kalan yaşamının… Gitme… Diyen biri olsun istersin… Gitmek arifesinde, bütün eskilerin toplanıp aklının kadrajından taşar… Taşan anıların külleri, yolculuğunun rötarına neden olan gül bulutlarına dönüşür… Yavaşlarsın…
İçin ne denli hızlansa, dışın o kadar durmak ister aslında… Alnının sağ kenarı, mevsim ne olursa olsun hep buzdan bir soğuğa sahip otobüs camında sızlar… Uyuyan insanlara bakar durur, uyuyamadığın için ne kadar sıra dışı bir insan olduğunu sanırsın… Sanrıların, sarar dört bir yanını, gecenin üçünde tam olarak gitmenin kaçıncı kilometresinde olduğundan haberin bile yokken…
“Gitmemen için nedenin kalmış mıydı?” diye geçirirsin aklından… “Gerçekten gidiyor muyum şimdi?” diye varlığının anını sorgular bir lopu beyninin… Yumurtanın en sevdiğin hali neydi diye sorgular bulursun açlığının bile sıradanlığında kendini… Tam sen çekip gitmişken, belkisi ortadan kalkar, şehre kesin bir film gelir, bir güzel orman olur ve bütün kadınların arkandan gülümserler…
Çoktandır “gitme” diye bir melodinin hiç bilmediğin notaları, kalbinin sızıyan sol anahtarının sağına halaylanır… Gözünden; senden izinsiz firar eden bir damla yaş, küçük kızının mendiline düşer… “Hiç evcil hayvanım yok” diye ağlamaklı avucunda sıktığı uğur böceğini azat etmesi için nasıl dil döktüğünü hatırlarsın… O gün dilinden dökülenler, bebeğinin mendilinde gözünün yaşıyla ıslanmıştır… Romatizmaların sızlamaya başlar… Genzin sızlamaya başlar… Gitme deyişini binlerce defa geçirirsin dilinden, kocaman kara gözleriyle her bırakıp uzaklaştığında arkandan…
Gitmek, daha büyük bir sızı halinde sol anahtarının, hiçbir kilidi açmayan pasında karıncalanır… Karıncalar… Kumsaldaki yuvalarını yapmak için saatlerce sabırla uğraşan karıncaları kımıltısız izlemekten aldığın acayip keyif, aklında karıncalanır… Ağırdan, ağrıya geçer düşünceler… Yorgun kafanın içinde…
Kafatasında, dağ başındaki bir barakadaki sobanın üstünde pişen bir tas çorbanın lezzeti dans etmeye başlar; olabilecek en erotik şekilde… Şekilden şekle girdiğin ilk sevmelerin, insan şeklinden çıktığın son sevmemelerin… Ellerin… Artık titremeden cinayet işleyebiliyordur; her gece gökyüzündeki başka bir yıldızın boğazını hunharca sıkarak…
Gitmek, en anarşist eylemidir; ,insanın kendisine karşı direnişinde… Gittiğini sanırsın; aslında dönmüşsündür, hayatında hiç görmediğin o yere… Gittiğine inanırsın, rakı gelir hayli beklemiş bir dilim beyaz peynir refakatinde… Gittiğini görürsün, bir tramvayın dönüşünde dinleniyordur yorgun bedenin… Bir çift yabancı göz gelip bir anlığına çarpar gözlerinin çivit beyazına… Kırmızı nehirler akmaya başlar, uykusuzluğunu şaraba bandığın anlardan yadigâr… Tanımadığın bir ten kokar… Kutup rengi… Bilmediğin bir ten… Çarpan gözlerin denizi, ormanlar bitirir birkaç saniyede gözlerindeki kahverengi kıraçlıkta…
Ağrıların hızlandırır endişelerini… Gitmek, en büyük meydan okumasıdır insanın hayallerine… Hayallerinin ipleri karışır sonra… Sonra, bir duble daha istersin… Tek, yalnızlığına mahkûmdur çünkü… Aslında sen ondan bile daha teksin… Ama duble olmaktır bütün gücün derdin… Duble istersin… Giderken, en çok kendini bırakır geride insan… Gitmek, en büyük sevda masalıdır aslında; yalnızlık denen orospuya ölesiye sevdalıysan…

Eab.
1

BETONARME...


Bütün binalarıyla konuştum bu gece şehrin… konuşmalı biri… gecenin dördünde… sarhoşken zaman… kadın sarhoşken… adam sarhoşken…sokak lambaları… sokak kedileri… sokak araları… velhasıl top yekün sokak sarhoşken… konuşmalı binalarla… çatlak sıvalarının arasına sıkışmış, geçmiş ve gelecek gergefindeki dantelalarla… fısıltıyla… bağıra çağıra bazen de… yada ağız dolusu küfürü tükürük bezlerine sarmalayarak… konuşmalı…

gevezedir aslında en az ışık alanları…çok eski bir mezuniyeti anlatır mesela binanın biri… sokak sokak olalı öyle bir şaşaa görmedi diyerek içlenirken gençliğine… genç binalardan biri imrenerek dinler… kendisinin, çabucak tüketilen umutların modern mezarı olduğu gerçeğini yüzünden silmeye çalışarak… sadece benim duymam taş kalıpların iniltilerini… kaçıncı dereceden akli dengesiz yapar beni… acaba?
Ampulü bütün acılara rağmen hala aydınlatmak inadında olan bir birinci katta hüzün…

biraz ilerideki dört katlı müstakilin griden koyu fümeye yüz kesmiş yorgun duvarlarında, muzip ve afacan yüzün… bütün apartmanlarla apar topar başlıyorum ben dedikoduya… kiminde, yarın sabah ilk aşkıyla buluşacak olmanın tatlı heyecanı yıllar sonra… kiminde ilk aşkı ilk kez yaşayacak olmanın karın ağrısı… ağrının tetikçisi uçuşan rengarenk kelebekler… şehri kollarında pışpışlarken irli ufaklı, incikli boncuklu bütün binalar, beni kırık topuğuyla ömrünü eteklerinin çamuruna aldırmadan sürüyen bir orospunun asaleti yaralar…

Seni bıraktıktan sonra suskun puskun ve utangaç lojman mutaasıbı binanın bahçe duvarının kenarına sürelim arabayı denize… uçalım içine… hangimiz emniyet kemerinin ruhumuzu sıkmasından daralmışsa ölüp gebersin, camdan yıldızlara uçarak…

Konuşmalı biri be binalarla…” tam bir yıldır hiç kimse bağıra çağıra sevişmiyor odalarımda!” diyen TOKİ’nin tok gözlü binalarından birinin utanç titreşimli fısıltısını göğsünde yumuşatıp, en yakınındaki çöp kutusunda öğütmeli biri… biri diğerini dürtmeli… “kalk ulan dürtük! Artık geceleri yaşayıp gündüzleri becereceğiz birbirimizin oylumunu!”  demeli… hatırı sorulduğunda “iç güveysinden hallice” diyerek dışındaki güveleri bile tiksindirecek olan pigmeler toplanıp kurşuna dizilmeli… dizildikleri yerden birer fiskeyle denize dökülmeli…

Biri yapmalı bu işi kardeşim… biri gecenin pusuna yaslanarak gözleri yarı açık uyuyan binaların yalnızlığına bir son vermeli… biri, dibindeki şatafatlı sokak lambasına aşık olamayacak bir beton yığını olduğunu şu köşedeki eski rum evine söylemeli… söylerken, aksanlı konuşmayı unutmadan bu insanlık vazifesini yerine getirmeli…

Evrimin aklının labirentlerinde dolaşan çıplak ayaklı bütün bakirelerin uyuduğu ateş renkli binaya haber vermeli biri… “her an cehenneme göçebilirsin” uyarısı geç kalınmadan yapılmalı… kahkahalarla gülen küstah binanın “cennet de cehennem de bu dünya lan göt!” diyerek haykırması karşısında utanıp tırsmalı biri…

Promil o kadar çok mil kat ettirmiş ki gecenin ahtapot kollarındaki çift şerit saçmalıklarda… konunu profesyoneli olduğumdan üfleyemiyorum memur beyin uzattığı şahsıma münhasır, beyaz renkli çubuğa… erkek adam ağzına bir şey almaz diye dalga geçiyor biz üflerken, ibnelerin ikamet ettiği dökük ve viran bina… ibneler? Ağızlarında en delikanlı söylemler, salyalarından gölün içinde uyurlarken…
Bir bina beni beklediğini söyler mesela… bir bina asla istemediğini beni… bir başkası benim gibisini çok gördüğünü… başkası hiç görmediğini… bir diğeri, biraz pahalı olduğunu ancak görüntülü güvenlik sistemine sahip olduğuna imrenerek burun kıvırır varlığıma…
Biri yapmalı bu işi… silmeli alkolik bir götün tazyiğiyle tuvaletin fayansına sıçrayan bokları… silmeli biri… yapmalı yani…

eab.

YAĞMUR SUÇLARI...


tanıdık bir yağmurda ıslanınca, ışık görmüş tavşan gibi kalıyorsun işte o anın ortasında… ortasında bir şeylerini ıskaladığın bir eski göz yaşı, ensenden içeri sızarak, sırtına kanlı bir şekilde pişmanlıklarını kazımaya başlıyor… “ne kadar da değerliydi bir zamanlar?” diye içinden geçirdiğin küçük kadının kocamanlığınadır aslında bütün şaşkınlığın… kocaman olabilmişliğine… büyümüşlüğüne… sen hep ellerinin içinde koruyarak ısıtmaya çalıştığın yavru serçeyi arıyorsundur aslında onun bembeyaz boynunun kokusunda… o çoktan güçlenmiş, kocaman kanatlarıyla başka göklerin tadını almıştır, yılların içinde savrularak…

akşama doğru, yokuşu tırmanarak; düzlemimize akıp boşalan kirli sularının kaynağını bulmaya çalıştım gökyüzünün… ben tırmandıkça, daha çok küçüldüm… küçüldükçe, ölçüsü kaçmış bir endazenin içindeki en taze tene tutkulanır buldum bütün oturaklı cümlelerimi… ayarsız içmelerimi gözlemlemiş babam… “kaç defa kustun?” diye soruyor bu sabah… “sen geçen gece kaç defa kustun?” “neden kustun?” değil… “o kadar içecek ne derdin vardı?” değil… “iyi misin?” değil… “kaç defa kustun?”… “her kusuşunda sifonu çektin?”… “sonra musluğu açtın…” “ sonra duş…” “ tam bir saat yirmi yedi dakika su aktı… duştaydın… su parasını sen mi ödeyeceksin? …kaç defa kustun?”… yapacak bir şey yok! tanıdık bir yağmurda ıslanınca, sayısız kere kustum… “kaç rekat namaz kıldıysan bu güne kadar, o kadar çok kustum işte; otur say”!

şehrin boşlarını toplayan gölgeler arasında buldum kendimi… gölge olmak ne kadar da acayip… solcu hayallerin yazılı olduğu bir duvarda yansıyor bulmak kendini… beyaz kireçle gömülmeye çalışılmış kırmızı yağlı boya harfler… düzensiz… çala fırça yazılmış… yazılmamış, savrulmuş harfler duvarın çatlaklarına… delirmiş gibi gökyüzü… yağmur öylesine kudurmuş bir iştahla yağıyor ki, hepimizin düşürdüğü kelimeleri acımasızca çiğneyip söküyor sokaklarımızdan… yavru bir kedi, sıçana dönmüş, saçaklarından sular akan bir pervazın dibine sığınıyor… sıçana dönmüş bir kedi… yavru… ebeveynliğimi sorguluyorum, kendi yavrumun genzimden gitmeyen buğulu kokusundan dönerken başım… başımda kavak yelleri… ruhumda auschwitz’in gazlı dikenli telleri…

ne kadar ölüm kokuyor gökyüzünü siyaha boyayan küller… dikenine bülbül leşleri takılı, çaresiz; güzelliğinden muzdarip güller… alamanya’nın acı vatanlığı, çoktan dönmüş bitterin en koyu Anadolu tenlisine… yedisinde neyse yetmişinde de aynı sızı dolaşıp duruyor insanın bir yerlerinde… hepsi yağmurun suçu… ıslanınca içi görünüyor zaten tülden zarlara dönmüş etimizden canımızın… çokça bir efkar yağmur sonrasında, topraksızlıktan kokamayan bir saadet şeklinde; parmak boğumlarımızın çatlağında…

sartre’nin pörtlek gözünden düşen bir damla, bütün ayıplarımızı örtecek irin şeklinde yorgan aklımıza… saklımıza kimsenin diyecek sözü yok… öylesine gömmüşüz ki derinlerine pasifiğin… unutmak istediklerine nasıl da acımasızca davranıyor insan… unuttuğu sandıklarına… sandıkların ne denli dibine ve zehirlercesine naftalinlisine bile dayasa sırtını, bir yerlerden çıkıp tam yüreğinin çatından vuruyor işte, ıslak kokulu bir küçük yavru kedi… gözlerini dikerek gözlerine… gözlerine, taaruzi bir yürüyüş başlıyor; kuşatılman ve zapt edilmen kaçınılmaz…

tanıdık bir yağmurla ıslanınca, aynada gördüğün yüz yabancılaşıyor gözlerine…

eab.