18 Şubat 2013 Pazartesi

YAĞMUR SUÇLARI...


tanıdık bir yağmurda ıslanınca, ışık görmüş tavşan gibi kalıyorsun işte o anın ortasında… ortasında bir şeylerini ıskaladığın bir eski göz yaşı, ensenden içeri sızarak, sırtına kanlı bir şekilde pişmanlıklarını kazımaya başlıyor… “ne kadar da değerliydi bir zamanlar?” diye içinden geçirdiğin küçük kadının kocamanlığınadır aslında bütün şaşkınlığın… kocaman olabilmişliğine… büyümüşlüğüne… sen hep ellerinin içinde koruyarak ısıtmaya çalıştığın yavru serçeyi arıyorsundur aslında onun bembeyaz boynunun kokusunda… o çoktan güçlenmiş, kocaman kanatlarıyla başka göklerin tadını almıştır, yılların içinde savrularak…

akşama doğru, yokuşu tırmanarak; düzlemimize akıp boşalan kirli sularının kaynağını bulmaya çalıştım gökyüzünün… ben tırmandıkça, daha çok küçüldüm… küçüldükçe, ölçüsü kaçmış bir endazenin içindeki en taze tene tutkulanır buldum bütün oturaklı cümlelerimi… ayarsız içmelerimi gözlemlemiş babam… “kaç defa kustun?” diye soruyor bu sabah… “sen geçen gece kaç defa kustun?” “neden kustun?” değil… “o kadar içecek ne derdin vardı?” değil… “iyi misin?” değil… “kaç defa kustun?”… “her kusuşunda sifonu çektin?”… “sonra musluğu açtın…” “ sonra duş…” “ tam bir saat yirmi yedi dakika su aktı… duştaydın… su parasını sen mi ödeyeceksin? …kaç defa kustun?”… yapacak bir şey yok! tanıdık bir yağmurda ıslanınca, sayısız kere kustum… “kaç rekat namaz kıldıysan bu güne kadar, o kadar çok kustum işte; otur say”!

şehrin boşlarını toplayan gölgeler arasında buldum kendimi… gölge olmak ne kadar da acayip… solcu hayallerin yazılı olduğu bir duvarda yansıyor bulmak kendini… beyaz kireçle gömülmeye çalışılmış kırmızı yağlı boya harfler… düzensiz… çala fırça yazılmış… yazılmamış, savrulmuş harfler duvarın çatlaklarına… delirmiş gibi gökyüzü… yağmur öylesine kudurmuş bir iştahla yağıyor ki, hepimizin düşürdüğü kelimeleri acımasızca çiğneyip söküyor sokaklarımızdan… yavru bir kedi, sıçana dönmüş, saçaklarından sular akan bir pervazın dibine sığınıyor… sıçana dönmüş bir kedi… yavru… ebeveynliğimi sorguluyorum, kendi yavrumun genzimden gitmeyen buğulu kokusundan dönerken başım… başımda kavak yelleri… ruhumda auschwitz’in gazlı dikenli telleri…

ne kadar ölüm kokuyor gökyüzünü siyaha boyayan küller… dikenine bülbül leşleri takılı, çaresiz; güzelliğinden muzdarip güller… alamanya’nın acı vatanlığı, çoktan dönmüş bitterin en koyu Anadolu tenlisine… yedisinde neyse yetmişinde de aynı sızı dolaşıp duruyor insanın bir yerlerinde… hepsi yağmurun suçu… ıslanınca içi görünüyor zaten tülden zarlara dönmüş etimizden canımızın… çokça bir efkar yağmur sonrasında, topraksızlıktan kokamayan bir saadet şeklinde; parmak boğumlarımızın çatlağında…

sartre’nin pörtlek gözünden düşen bir damla, bütün ayıplarımızı örtecek irin şeklinde yorgan aklımıza… saklımıza kimsenin diyecek sözü yok… öylesine gömmüşüz ki derinlerine pasifiğin… unutmak istediklerine nasıl da acımasızca davranıyor insan… unuttuğu sandıklarına… sandıkların ne denli dibine ve zehirlercesine naftalinlisine bile dayasa sırtını, bir yerlerden çıkıp tam yüreğinin çatından vuruyor işte, ıslak kokulu bir küçük yavru kedi… gözlerini dikerek gözlerine… gözlerine, taaruzi bir yürüyüş başlıyor; kuşatılman ve zapt edilmen kaçınılmaz…

tanıdık bir yağmurla ıslanınca, aynada gördüğün yüz yabancılaşıyor gözlerine…

eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder