17 Şubat 2013 Pazar

KUSURSUZ YALNIZLIK!


beş altı yaşlarındaydım sanırım; bilmiyorum… kıştı kar vardı galiba… bem beyaz hüzünlü bir örtü çocukluğumun üstüne serilmiş yatıyordu… kurşuni bir gökyüzünden; napalm gevrekliğinde salınan hormonlu kar taneleri de besliyordu, ölümcül beyazını; kardan yorganımın…

babam… annemi, yeni dövmüştü… annem kadınlığının ve analığının kırılan onur parçalarını arıyordu hep ağlamaya gittiği odada sanırım; bilmiyorum… kardeşlerimden biri uyuyor, diğeri de onu uyutmaya çalışıyordu sanırım; bilmiyorum… bildiğim, savaştan sonra ıssızlığının, kalorifer sıcağında; çocuk ruhuma çizdiği ürpertiydi yalnızca…

boya kalemlerimi alıp resmetmek istedim havadaki “artık bitti” kokusunu… kokunun resme dökülemeyeceğini, dökülse de renginin gökkuşağı kadar seçenek barındıramayacağını ilk öğrendiğim andı… çünkü hangi renk kalemi sürsem kâğıdın işveli mırıltıları eşliğinde; siyah bir iz bırakıyordu sadece öfkem…

kağıdın üzeri acı dolu kapkara bir isle kaplanıyorken, ellerim koyu  kırmızının kederine yeniliyordu hızla… aklımın kafatasıma ilk meydan okuyuşuydu sanırım; bilmiyorum… tüm akranlarım, pamuk prenses ve yedi cücenin ilişkisine gıptayla uyurken ben elyaf bir ilişkileri olduğundan emindim sadece… işte ilk yalnızlığı öyle hissettim onca çocuk kalabalığımın ortasında sanırım; bilmiyorum…

sonra kendimi bulduğum yer çırılçıplak vücudumla; kuş tüyü huzurunda uzandığım soğuk küvetiydi evin… annem ağlama odasında, gözünden dökülen yaşları ipe dizip varlığına kolye yaparken… ışığı söndürdü sanırım evden biri kazayla; bilmiyorum… karanlık… sadece, şofbenin ucu mavi aleviyle aydınlanan ve musluktan incecik bir ip gibi akan suyun buharıyla efkarlanan banyo terapimi ilk keşfim… beş altı yaşındaydım galiba; bilmiyorum… sonra su sesine bıraktım aklımı… beynimin içinde yankılanan tokat seslerini… az önceki ebeveyn arbedesinden kalma çığlıkları, küfürleri, isyanları ve ağlamaları yıkamaya başladım kapayarak gözlerimi; bilmiyorum…

geliştirdim sonra… yıllar boyunca; her kapanışımda bir küvetin buzdan kollarına; başka bir acımı pakladım içinde varlığımın galiba; bilmiyorum… önce bir kadeh ardından bir şişe en dandiğinden şarap tütsülemeye başladı; musluktan akan suyun hem bedenimi hem ruhumu saran kusursuz yalnızlığını… ardından tütsüler yakmaya başladım… derken sigaram da katıldı… ne kadar kötü alışkanlığım varsa hepsini o karanlık, şarap ve tütsü kokulu sıcak su buharıyla hafif nemli temizleyip durdum yıllarca…

garip şeyler oluyordu yıllar su ile birlikte küvetin giderinden akıp gittikçe… babam annemi dövmüyor; annem ağlamıyordu artık mesela… işte o zaman asıl acının başladığını anladım… en menem şeydi sessizlik ve kımıltısızlık… ruhum, yükseliyordu çıkıp gidiyordu ben öylece çirkinleşen ve kıllanan bedenimin olanca çıplaklığıyla uzanıp gözlerimi sıkıca kapamışken… bırakmaya, gökyüzünde kaçacak bir delik bulmaya çalışıyordu sanki; bilmiyorum…

sonra…

bir film izledim geçenlerde… kaybedenler üzerine… kaybedenlerin loser yazan gömlekler giyip, çook pahalı motosikletlere binemediğini, önlerine gelen model kıvamında kadınlarla osurma rahatlığında yatamadığnı, canı istese de istemese de köfte ya da pahalısından bir şişe viskiyi kolayca bulamadığını, değeri paha biçilmez  plak yada kitap koleksiyonları yapamadığını, diledikleri her şeyi dilediklerince söyleyerek doyasıya eğlenemediklerini; ha deyince olimposa gidecek bir lükse hiçbir zaman sahip olamadıklarını düşündüm... gerçek kaybedenlerin hazin ve ölümcül yüzleri geldi aklıma…  hiçbir kaybeden entelektüel bir anne ile oturup dertleşemezdi mesela… ya da sırf aklının duvarlarından çıkmak için pahalı makinesiyle kendini dağlara ormanlara vurup göğü kucaklamak için uzanan ellere benzeyen ağaç dallarının fotoğrafını çekemezdi kaybolup yaşamından; mezar taşlarının arasında salınarak…

sinemadan çıkarken baktım yüzüne benimle birlikte filmi izleyen herkese… hepsinde değişen bir kaybeden modeli filiz filiz, bilmiyorum… kaybeden kahramanlaştırılırsa böyle oluyor diye düşündüm bu büyülü sanatta… bir gurup arkadaşın değişik pozisyonlarda mastürbasyonunu izledim cebimdeki son on lirayla… bir küvet bulmam lazım dedim içimden… sonra bir iki mum… ucuz ve köpek öldürmekten sabıkalı bir iki şişe şarap… belki yarısı tüttürülmüş bir tütsü; şöyle mentol özütü barındıran… belki de bir iki paket en ucuz sigaradan; bilmiyorum… ruhumu salacağım galiba… kusursuz yalnızlıkla arasındaki yedi farkı aradım kaybeden olmanın...

yedi tepeli şehrin her bir tepesinin tepesi attı cüretim karşısında… kızdırdım sanırım her gün aynı göz rengiyle uyanmayı marifet sananları; bilmiyorum… adamını yollayıp kaldırttı bizi oturduğumuz rezerve edilmemiş masadan, kızdırdığım adamlar… eskiden damsız girilmeyen yerler olduğunu biliyordum; damsız oturulmayan sokak kafelerinin insanlığı nasıl astığını da öğendim asmalı mescitte…

beş altı yaşlarındaydım sanırım… bilmiyorum! odanın açık penceresinden; sokaktan geçerken böğüren arabaların motor seslerinden modellerini ve markalarını anlıyordum galiba… galiba, galip geldiğini sanırken yenilginin ağır yanılgısı tam da şu anda dişimde sızıyan; bilmiyorum…

bir arkadaşım aşksız nasıl yaşıyorsun diye şaşırmış gözlerle bakıp gözlerime sordu acıyarak halime… aşksız yaşadığımı da nerden biliyorsun dedim… cevabı basitti:

bilmiyorum!

kusursuz bir yalnızlık planladım… ne agatha’nın poirot’su nene conan’ın sherlock’u sürebilir izini parmaklarımın… pera’da delice öpüşen kadınlarla galata’da unutulmuş hazerfan bir kanatla örttüm kusursuz yalnızlığımın idamlık delillerini…

eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder