17 Şubat 2013 Pazar

DİYET VE AŞK!...


bi gün ben öldüm… rengârenk bir gökkuşağı fikrimin yağmurlarından sonra güneşimin koynuna girdi… çevresinde sekiz harenin her biri ayrı güzel bir hurinin gözlerinde buldum aslımı sonra… suretim, afacan gülmeceler peşinde başka yüzlerin boyalarıyla oynarken; öldüm bir gün ben… aynı olmadı hiçbir şey; cennet dedikleri bu olsa gerek… hani durup hiç kımıldamadığı anlar zamanın… akrep ve yelkovan arasında koşulsuz bir sulh… hatta ateş suyu içme töreni yirmi dört saat aralıksız…

beynelminel bir hissin erketesinde giderken ateşten dudakları alev alev dilberler… hiç birinin gık’ı çıkmıyor; o hissin acıtan leğen kemikleri götlerini fena halde incitiyorken… birbirinden uzak iki kıyının arasında uzun yürüyüşler yaptım; aklım başımda değil… çünkü ben bi gün öldüm… helvamı kendim kardım; frambuazdan nefret ettiğim halde; bir kovasını içine boca ederek… gördüğüm bütün komik anlar; fena bir seronomiye dizildiler ki; bu kadar ölmüşken böylesine gülmem ciddi şekilde yadırgandı…

tramvaya takılan küçük çocuklardan biri benim de asılıp, bütün ruhumu sarkıtmam için gaz veriyordu sanki… “korkaksın oğlum korkak…” diye gözlerimin içine kalsiyumsuzluktan azalmış dişleriyle gülerek bakarak… bu kadar neşeli bir durum olduğunu bilseydim ben bu ölmenin; bir gün değil, her gün ölürdüm kesin… zaten ondan koca bir karanlık ve hiçlik olarak şırınga ediyorlar ya aklımızın dehlizlerine ölümü… sadece bir gün ölsün diye herkes… her gün ölüp onun da bokunu çıkarmayalım diye milletçek…

ben bir gün öldüm… ve kirlenmedi dünya filan… biz büyüdükçe kirletiyorduk zaten, kirlenmesi bizim içinde olmadığımız bir eylem değil ki… bu aralar, her hangi bir sosyal düşüncenin bedenime girmesine karşı direnişteyim… deneysel bir şey tabii… sadece var olmak; renksiz, sessiz, insansız, hikayesiz, aşksız nasıl bir şey var olmak… böyle de var olunur mu lan? diye bakan bir kız kahvesini höpürdeterek içiyor karşımda… kahve lan bu, höpürdetilmeden içilebiliritesi yok ki anasını s… susmak en iyisi… hangi ölü bu kadar konuşur ki… hatta konuşabilen ölüler düşüncenin sinemaskop zombileri değildir de nedir…

yanımda yürüyen, yan masada oturan, yataklarında sevişen insanlara rahatça sokulabiliyorum artık… yani öldükten sonra; bunlar çok sıkıntılı şeyler değil… hani hepimiz yada çoğumuz ömrümüzce, görünmez adam olup nereye istersek hiç fark edilmeden oraya giderek rahatça dilediğimiz ortamda bulunmanın fantezisiyle büyümedik ki?aha işte bir gün ölünce oluyormuş lan bu mesela?

hiçbir kadın,hiçbir adam konuşurken kurduğu cümlelerle aklından geçene yakın bir şey bile söylemiyor mesela biliyor musunuz? Adam gözlerinin içine bakarak kadına” bütün gece kafamdaki hikâyeyle uğraştım!” derken aslında meme uçlarının nasıl olduğunu geçirebiliyor aklından… kadın cevaplarken “ hadi bitir şunu, ne çıkacak merak ediyorum!” diye irileştiriyor gözlerinin bebeğini… ama aslında o bebeğin fikrinden,”neden göbekli, kel ve fodulsun ki sanki?” şeklinde bir serzenişten başka bir şey yok! neyse…

bir gün ben öldüm… bizim bahar, ne kadar sıkıldığımı söylediğimde; “çık dışarı lan, git aşık ol filan..” diye akıl verdi tüm samimiyetiyle… hmmm… hani çıkıp hava almak önerisi gibi… çık aşık ol filan… “E tamam, çıkayım derhal; ve gördüğüm ilk güzel gülümsemenin esaretine sokayım düşüncemi, kalbimi, bedenimi…” dediğimdeyse hemen uyardı: “ çok aşık olma ama, az aşık ol!” Hassiktir… nasıl az aşık olunur ki lan? az kuru şeklinde bir pilav sendromu belirdi bende… aşkın azı çoğu ayarlanabilir mi? ayarlanabiliyorsa eğer, Mecnun neden sıyırmış kafayı? Ferhat, ruh hastası bir maçomuymuş ta tutup şirin için dağı falan delmiş… kerem ile aslının ne zoru varmış o halde… Romeo ile juliet neden tek gecelik fantastik bir seksle yetinmemişler kardeşim? aşkın diyetin olur mu lan?

bir gün ben öldüm… gözlerimi açtığımda daha güzeldi dünya… duru, mutluluktan avazı çıktığı kadar “bu sabah yağmur var İstanbul’daaaaa” diye bebekken öğrendiği şarkıyı söylüyordu gitar çalıp denizin oynaşan dalgalarına bakarken… koca kadın olmuştu; tanrım, dünyadaki en büyük başarım diye övündüm kızımın, kocaman bir kuğuya dönüşmesiyle…
gözlerimi araladığımda, herkes diyet bir mutlulukla bağlı olduğu diyet sevgilileriyle el ele mevsimin hep bahar olduğu harika bir dünyanın çiçekleri gibiydi… gülümsemelerinin ne azı ne çoğu vardı… diyetteydiler sevmeye dair… gökyüzünden bakmak ne güzel bir şeymiş aslında… hazerefan’ın nasıl tatlı bir deli olduğunu dali’nin bıyık uçlarındaki papatyaları koklarken anladım işte; tam o anda…

ben öldüm bi gün… yaşarken de bileğime hiç saat takmamıştım… nabzımın esaretinden paranoyam mevcuttu… ama zamanın ölçeksizliği başka türlü bir keyifmiş; ölünce anladım… savrulmak eğlenceli ve komik bir durum; diyetini ödemediğin aşkların, dirhemiyle mutluktan savrulmak hemde…
bi gün ben öldüm… yetmiş metre sürükledi kocaman bir kamyon arabamızı… dizimde hafif bir sızı indim arabadan… yaşadığımı düşündüm önce… kibrit kutusuna dönen arabadan dizimde bir sıyrıkla çıkmanın keyfi sardı her yerimi… ama sanrıymış sanırım… ben öldüm bi gün… ve hayatım başladı o andan sonra…

eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder