17 Şubat 2013 Pazar

ŞEHİR ... MELEKLER.. VE...


en son ne zaman böylesine zerre kadar minicik hissetmişti kendini hatırlamıyordu bile… erkenden kalktı… geldiği günden beri; yani üç gündür hiç uyumamıştı… uyku diye yattığı karanlıklar, geride bırakamadıklarının boğazında ve genzinde işveli yosmalar gibi raks ettiği çaresizliklerdi… önce Mehmet, ardından İlker; hayatı boyunca kendi kanından olan bazı insanlarının bile açmadığı şekilde evlerini, yüreklerini açmışlardı ona… kendisine kapı açılmasına alışkın değildi ama bunu ifade etmeyi de aşırı melodramatik bir saçmalık olarak görüyordu… yine de insanın kendisine en uzak olduğunu sandıkları en yakınındakiler olabiliyordu işte…

bu hayatının macerasıydı… hayatını koyduğu bir macera… değer verdiklerinin hayatına değer katabilmek için kendi hayatını masaya sürdüğü bir kumar hatta… dünyanın en akıllı ve sevimli ihtiyarıyla buluşmak için erkenden kalktı… tarif etmişti İlker ona gideceği yolu… koca bir ömür boyunca aradığı hiçbir adresi bulamamıştı oysa… çocukça bir cesareti kuşanıp üzerine, çıktı İç Erenköy’ün vızır vızır araçlar geçen bir kaldırımına… içi, iç erenköy’ün caddelerinden daha fazla vızırdıyordu… ama sanki, büyük ikramiye çıkmışta kimseye çaktırmamaya çalışır bir paranoyayla, ne içini ne de dışının bu deli şehre yabaniliğini çaktırmamaya çalışıyordu… kaldırımda uykusunun pençelerinden kurtulmaya çalışan gençten bir çocuk öylece durmuş bekliyordu.sessizce sokuldu yanına… bomontiye nasıl gideceğini sordu… çocuk önce mavi minübüsle bostancıya ardından da sarı dolmuşla oraya gidebileceğini söyledi… atladı mavi bir minübüse… insanların gözleri her günkü gibi usanç içindeydi yorgun şehrin kalabalığında… ama sanki, ona sen de mi geldin lan? der gibi bakıyorlardı…

kendisinden daha yaşlı ama illaki genç görünen birine dolmuşlara bineceği yeri sordu… adam "in benle" dedi… indi… yürüdüler biraz. sigara çıkardı… kendisine mihmandarlık eden adama teşekkür etmek istercesine ikram etti… adam sigaraya bakıp, pek ucuz buldu belli! Kendi cebinden kulaklısını çıkarıp, ben buradan içeyim kardeş dedi… bir pasajın içinden geçtiler… bostancı sahilindeki sarı sarı dizilmiş dolmuşları gösterdi işaret parmağıyla adam… bu parmak adını hak ediyor diye düşündü; adama teşekkür edip, camında şişli yazan dolmuşa binmek için yürümenin rahatlığı ve huzuruyla… yoldaydı…şoföre sordu bomontiye nasıl gideceğim diye… indirdiğim yerden yürüyeceksin dedi adam… indirdiği yerden yürüdü… önce bir simitçiye sordu… ardından bir çiçekçiye… bomonti karakolunu buldu muydu tamamdı… şehre karşı ilk zaferini kazanacaktı böylece… karakolu uzaktan gördüğünde; bir gün yeni gelenler için sora sora İstanbul adında bir kitap yazmaya karar verdi sevinçle…

randevu saatinden erken gelmişti… hemde ta iç erenköyden… hem de ta bomontiye… hanımefendi her zamanki zarafetiyle açtı kapıyı… buyur etti… kahve ikram etti… sohbet ettiler; dertleştiler… koca bir ömrü doyasıya yaşamışlığının belgesi kalsın istiyordu dışı yaşlı ama içi daha genç ve dinamik kadın… hanımefendinin teklifine sonra cevap vermek için ayrıldı oradan… biraz iyi gelmişti yüreği güzel kadının ona söyledikleri… daha güçlü gibiydi şimdi… taksime gitti metroyla… cemal’ini buldu… baran’ını buldu… işi gücü bırakıp hem kol hem kanat oldular ona bu çocuklar…

iliklerine kadar hissediyordu acımasızlığını bu şehrin… ne düşsel ne de cebirsel bir aritmetiğin karın doyurmadığını belki de ilk kez hissediyordu içinde… teşekkür etti… gözlerini kapatıp; demli bir yudum çay yakarken damaklarını… teşekkür etti… doğduğu yerin kırsalında müdürlüğün tadını çıkarıyorken babası… körfez savaşı yıllarıydı… beşinci katında oturuyorlardı lojmanın… boydan boya kocaman cam pencereleri vardı arkadaki oturma odasında… geceleri sabaha kadar uzakta ip gibi dizilmiş beyaz ışıkları izlerdi… karanlık uçsuzluğun boynundaki inciler gibiydi o ışıklar… o ışıkları hatırlamanın ne anlamı olabilirdi ki koca kalabalığında bu kocaman şehrin… körfez savaşı yıllarıydı… daha on sekizine bile girmemişti… sabaha kadar açık televizyonda; Amerikan bandrolü füzelerin kimsesizliğin sırtına nasıl çarpıp durduğunu izlerken, uzaklardaki o sıralanmış ışıklara dalardı; şimdi içinde olduğu şehri hayal ederek… o ilçenin yarı açık, ama yarısı ille de kapalı ceza ve tutuk evinin ışıkları olduğunu yanına kadar gidip, nöbetçi jandarmadan duuurrrr uyarısı aldığında öğrendi sonra…

yollarında, yokuşlarında, sahillerinde, sokaklarında, vapurlarında, metrolarında, kalabalığında kaybolmanın keyfini sürüp durmaya başladı sonra gözlerine… ne güzel bir şehirdi oysa burası… gözleri buğulu, sürekli gülümsediği halde insanın genzinde gözyaşı birikintilerine neden olan hüzünlü bir kuğu gibiydi biraz… kokusu, başını döndürüp yere batanında uyanmanı sağlayan şahane bir kadındı sanki… kadınları bembeyazdı sonra… kiraza dadanmış çocuk dudakları gibiydi dudakları… hepsinin acelesi vardı… hiç birinin gidesi yoktu sanki… hepsi deliler gibi bir aşkın kokusunun peşinden büyülenmişçesine koşturup duruyorlardı; bulmak için… hepsi, masallardaki gibi sevilmenin açlığında birer top model gibiydiler… başını kaldırmadan yerden, her birinin gözünün içine bakıyordu… aradığı, bunca ıssızlığın ortasında, tanıdık bir çizgiydi o gözlerinin bebeklerini ninnileyen… faydasız…tüm güzel kadınların kokularının toplamından daha büyülü bir tütsüyle sarmalanmıştı bu şehir… ve kendisinden başkasına aşık olunmasına asla müsamaha göstermiyordu…

durup baktı; sağına, soluna, önüne, arkasına… kadınlar… erkekler… homoseksüeller… gayler… lezbiyenler… hepsi ne kadar da coşkuluydu… ne kadar da çok mühimdiler… ne kadar da fazla değerliydiler… ne kadar da abartılı zeki, güzel, başarılı, yetenekli vs. vs. diler… Oysa, hepsi biliyordu sanki; öyle olmasalar koşarken düşüp yerde kalacaklarını… bu nedenle anlaşmalarına sadık kalmak en önemli zaferleriydi, evet…

uyuması gerekiyordu artık… çok değil; birkaç saat… sonra aynı yoklukla hiçlik arası uyanış… cebine baktı… on lirası vardı sadece… iki paket sigara… mutlu oldu… yedi fahişe yazmıştı bütün gece… her biri diğerinin matruşkası olan yedi mavi melek… yazdıklarının düşüne uyumalıydı artık… inceden üşüdü…parmakları uyuşmaya başlamıştı… önce yazıyı bitirdi… sonra ışığı kapadı… dağılan kitapları topladı… küllükteki izmaritleri baş ucunda kokmasın diye çöpe döktü… yüzünü de geceye… ben bırakıp çıktığımda; parmaklarında düş nasırları; düşünde duru bir koku; gülümser gibi yummuş gözlerini öylece sızıp kalmıştı… bir gün daha doğacaktı onun için; kaygılarıyla yarınları arasında sıkışmışlığının doğurgan yağmurlarına gebe bulutlar sinsi bir yavşaklıkla gökyüzünde salınıyorlardı…

hiç kimseyi tanımayanlar için aradığın yeri bulma rehberinde sarı bir sayfa; asla bulunmamak için kör olası bir inatla saklanıyordu… gül evi’nde türkü söylüyor mudur yine rakıyı kahrına pansumanlamış bir gececi şimdi… kafalar güzel, gönüller kendine özel anasonlanmıştır inceden acaba? Ve otobüs durağına sallanarak giderken sağlı sollu kokuyor mudur kaçak ızgara tezgahları… toplanmamış çöpler… yine geceye yenilmiş silüetler… çoktan kavuşmuştur şimdi düşüne… ben arşınlarken gecesini yedi bilinmeyenli denklemin;  o kavuşmuştur melek yüzlü yedi mavi fahişesine…
eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder