29 Aralık 2010 Çarşamba

YILBAŞI!

Fikrimin yılbaşı ağacında; üstü çıplak, karnı aç, yorgun ve perişan süsler...Herkese en derinden mutlu ve iyi seneler...Ama ya peşimizdeki ağlanacak halde kalan gölgeler?...Ne kadar çok yaşadık ulan biz gereksiz yere, haybeden...Haybeden kaybeden bedenler biriktirdik, onlardan bile haybeden kaybedip dururken...Üç yüz altmış beş günün tamamında aynada görüp te tanımamazlıktan geldik kendimizi... Yeniden hayallerimizi kurmanın zamanı geldi işte sırtımızdaki paslı anahtardan...Deliğini arayan fareler kaçarken Steinbeck adlı vatandaştan...Peynir; beyaz, biraz..Az hatta..Bir de ufak...Az yani...


Canımın yeni yıl kutlamalarında dozundan kaçmış sevinçler...Sevinçlerin ırzına geçmiş elde olmayan intihara yönelik teşebbüsler...Ne kadar yalnızsa birimiz; o kadar yapayalnız ötekimiz...Sokaklara dökülüp uyuşmak, soğuk, içki ve üzerimize işediğimiz sidik karışımı bir saadetle...Çünkü bu dünyadaki en güzel şey perişanlık...Hepiniz hikayesiniz lan...Hepimiz karikatür...Nedir o zaman, kendimizi önüne ziyafet diye sunduğumuz bu tehlikeli tür?..Ne yani şimdi adı yıl başı diye oturacak mıyız hepimiz; şöyle gerinerek açıp götlerimizi...Peki ya peçeteye silip sokaktaki çöpe atarsa yeni yıl ; ümitlerimizi...İçimin kargaları yaşlı ve yorgun...Bu kadar çok şey görmüşler ki hem yazık ve hem de üzgün...Ne idüğümüz belli olmasa ne olur, "oldu" diyelim hadi kalkalım masadan...Çık...Olmuyor...Olmuyor.... istesem de; sırf ben istiyorum diye kimse birbirine canını almadan bir defacık bile vermiyor...Yani, olmuyor...Ne boş doluyor ne de bu durum doluya koyuyor ...

O halde kalkalım arkadaşlar...Hayli geç oldu...Sabah işe gidicez..Bir işimiz var bizim yani...Niye?...Ne niye? İşimiz niye var!Çünkü ...Eeeee..Eeeeee...E!Aklımın yılbaşı şarkılarında canı yanan orospular tarafından inleyerek söylenen şarkılar ve herkese gerçekten yaşayıp rol yapmak zorunda kalmayacakları zevk dolu orgazmlar;kısaca mutlu yıllar...Bu kadar kısa yani hadise...Nedir?

Eab.

DÜŞTÜM!

Sevdiğim, ben düştüm…Yolda düştüm…Çamura…Düştüm…Dara..Düştüm…Denize düştüm…Derde sonra…Dermansız derde düştüm…Düştüm ben…Kara düştüm…Karanlığa sonra… Kedere… Düştüm… Gecenin kör kuyusuna düştüm… Düştüm ben… Toprağa düştüm… Ele ayağa düştüm… Gülün dikenine düştüm… Ayrı düştüm… Garip düştüm… Sokağa… Düştüm… Kötü yola düştüm… Çaresizliğe düştüm… Hasta düştüm… Açlığa sonra… Yalnızlığa düştüm… Ayrılığa düştüm… Gama düştüm… Düştüm ben… Topraktaki çatlaklara, dudaktaki zehirlere düştüm… Dildeki yılana düştüm… Kuzumun kokusuna düştüm.. Düştüm ben… Yağmurlara, çamurlara düştüm… Ağustosta kara düştüm… Soğandaki zara düştüm… Candaki kana düştüm… Ben… Bulanık bir akla düştüm… Sararmış yaprağa, boşalmış kundağa… Düştüm… İdamlık sehpaya düştüm ben… Kızılca kıyamet ufuğa düştüm… Anamın parçalanmış rahmine, yavşak gülüşlü yediemine, kulun tanrıya yeminine düştüm… Ben…Yarım kalmış bir türküye düştüm… Rakıya düştüm… Perdeye düştüm… Sineye düştüm… Ellerin ayazına düştüm…Düştüm ben…Dama, mahpusa düştüm…Mezara düştüm..Dehşete düştüm…Yardan uzağa düştüm…Ayrı düştüm…Gayrı düştüm…Gayrı, düştüm; uyandım...

Eab.

WHO?

Kimsin? gecenin karanlık perdesini gözlerinin kenarına sürme diye çeken...ellerindeki soğuk mevsimlerin hasatlarını, hastalıklı sevişmelerde biçen...Sen?...Aynadaki gözlerim, rüyadaki düşlerim...Her ayağa kalkışımda daha derin irtifalara çaresizce düşüşlerim...Kimsin?Kapımda kurumuş sardunyalar bırakan...Ruhunu ruhumun intiharına yaslayan...Bir bebek gibi ağlayan...Gözlerimin kenarından kanlı bir şelale şeklinde çağlayan...Sen kimsin? Duvara gölgesi düşen orospuların ağıtlarındaki nakarat...Haybeye ziyan edilmiş koca hayat...Dudaktaki acı tad...Kim? uzun uzun uzaklara bakıp kaçamayış...Yaklaşan her tebessümden ölesiye korkup sıçrayış...Dev buzulların içinde güneşi arayış...Hayatı hayalarından yakalayıp kavrayış...Kimsin? Şarkılarda düşünülen...Uğruna en kalleş şekillerde döğüşülen...Haziranda sararıp bir yaprak gibi, yeşillerin göğüslerinden düşen...Sen? Nefeste yaralar açan..Heveste dozdan çoktan kaçan...Gözlerimin ferini beceren ışıklar saçan...Kim?Yolunu çoktan şaşırmış yolcu...Dünyanın en uzaktaki bilinmeyen ucu...İnsan olmanın en büyük suçu...Sen kimsin?Dilime dolanan tanıdık ıslık...Umudumun terkisine yerleşen garip karanlık...Puşt nakışlı, piç bakışlı kahpeler şahı yalnızlık...Kimsin?Akşamın kederi,sabahın seheri,gecenin feneri...Ölümün soğuk ve acımasız elleri...Batakhanelerin kanlanmış kızıl gözleri...Yaşlı bir fahişenin erdemli sözleri...Hikayelerimin binbir renge bürünen saçma sapan, komik,ağlamaklı yüzleri...Sen?Uyku diye uyuduğum; hava diye soluduğum; sevda diye kavrulduğum....Sen? Kimsin?Bir türlü bölemediğim en ağır başlı hecem...Kimsenin çözemediği en çetrefilli bilmecem...Zalimler zalimi kötü yürekli nefaset ecem...Kim?Kimsin sen?

Eab.

ENDOKRİN!

Seneca'nın akli melekelerinin gümüş kanatlı melekler gibi fikirde gezindiği saatlerinde gecenin, varlığını sorgulaması güzel bir kadının sessizce fısıldayarak kulağına... İrkilmek sonra o sesin, fısıltı gıdıklayıcılığından muzdarip bir huylanma ile... Müteakip kereler dolup boşalırken gri dumanlı ince, sülün nakışlı bir kadeh aslında neyin erkekliği bu kadehteki rakıya saygısızlık dışında... 

"Hepiniz yalansınız lannnn!" diye bağırdım hepinize böğrüm açık soğuğa bile aldırmadan çenemden süzülen salyalarımı savurarak.Güzel kafam, ruhum güzel, dünya en güzel...hepiniz yalansanız eğer benim gerçek olmam gerekmiyor mu?Peki ben daha büyük yalansam sizin yalanlığınızın eşittir inin karşısında olanca heybetimle?Kim verecek bunca açmazın hesabını?Sahi neydi derdi Seneca'nın?Seneca kim kardeşim?Kim soktu bizim ortaasyalı beyin hücrelerimizin taşralı mağripliğine.... 

Hadi içelim, içelim güzelleşelim...terkettiğimiz bütün güzelleri geçirelim çakırkeyif geçit törenlerimizden birer ikişer...Hadi güzelleşelim, çiçek olalım çiçek...Sonra biraz çilek koksun öptüğümüz her kadının güzel dudakları... 

Endokrin sistemi çökmüş memleketimin, doktrinlerle dövülmesine dayanamazken ağır kanayan yaram, yarım yamalak çocuklukların yamalı düşlerinde kaybettiklerimizi diziyorum boncuk diye güzel kadınların boynundaki değerli kolyelere... 

"Ne işim var benim burda?"kendi ellerimin yavaş yavaş silindiği bir klavyenin parmakşörlüğü hangi yaşam payelerini nakışlayacak ki giderek çöken zavallı omuzlarıma?Kendime sorduğum sorulara verdiğim cevapların kaç doğrusu hangi yalnışım kadar değerli olabilir ki şu bi çare ömrümün kilometretaşlarında... 

Akaretlerde bir otobüs durağındaydık Muzaffer Abi ile...Belediye otobüsü bekliyorduk.Çok sıcaktı o sabah İstanbul...O durak çok sıcaktı... Kaldırımlar... İnsanlar...Trafik..Arabalar...Hepsi vıcık vıcık...Sıcaktık topyekün...Kadının biri uzanıverdi durak kalabalıklığının yaslandığı bir dükkan gölgesine bayılarak...ayrılan iki bacağının üzerinden hafifçe ayağını kaldırarak ve kadının bayılmışlığını asla farketmeyerek geçti ne kadar çok insan...Kadın baygındı...Biz baygındık...Kadın, öylece boylu boyunca uzandı ölüme...Ölümün gelişini bağımsız japon filmi izleyen japon balıkları gibi izledik biz de...Otobüs gelmedi...Geç kalıyorduk; çoktan geç kaldığımızın bile farkına varmadığımız yaşamımızın devamına..."Hadi gidelim Ali'ciğim" dedi Muzaffer Abi..."Hadi" gittik...Kadın aralıyordu gözlerini, otobüsün uzaklaşan camında kalan gözlerime... 

Kaçıncı insan olamayışımdan utanışımdı kimbilir?Teneffüslerde suni sevda mastürbasyonları yapmaktan suni bir teneffüs ilk yardımına cehaletimden utanışım... 

"Hepimiz yalanız lannnn!" diye mırıldandım sevgilimin gözlerine bakarak...Sevgilimin gözlerinde başka bir renk hevesini görmenin acısına bile üzülemeden...Dört çalgıcı çingeneyi gösterdi işaret parmağım.."Gerçek olan onlar...Bizler fgr yiz lannn..." Sonra işaretten sıkılan parmak kadehe çarpıyor.Kadeh masaya düşüyor.Masa uçan bir halının üzerinde kaf dağının ardını arıyor...Bulamıyor.Ne oldu o kadına sahi? iyimi aceba? Peki Ya Seneca? 


Eab.

La Bohéme!

Son ayakta altılıyı kaçırdık...Sonra beşliyi...Sonra dörtlü...Üçlü...İkili ve bir de baktık kaçırdığımız ne kadar çok birli varmış, farkında olmadan....Yani hiç chanson’umuz yokmuş talih oyunlarında....Talihsiz bir seyirtkenlikle ayak sürüyerek seyirtirken yoksul kaldırımlarını memleketin, beti benzi çoktan atıp silinmiş üzerimizdeki ceketin etiketinin... 

Bütün değerlerinden sıyırıp iyice yaşamı, ladese tutuşması gibi bir şey kendi gölgesiyle insanın...Acelesiz bir hayat...Yani bitmiş...Yani şimdiden tükenmiş...Eriyip gitmiş....taşların arasındaki tozların seslerini duymamak artık.Artık deliliğin sınırlarını maniple etmekten sıkılmak durumu...Fransızca kelimelerin, kelin merhemi olmaması sürekli başına sürmek istediği halde...Kellik...İlkellik...ne kadar da çelişen kavramlar oysa birbirlerine bu kadar benzerken kelime bazında...Kıl bir durum yani...Kıldan bir durum yani...”Artık bahar gelsin” diye çığlıklar atan bir dilberin, her şeyin uçuşan polenlerle birlikte değişeceğinden duyduğu büyük ve esrarengiz umar...Ve hayat, blöfün görüldüğünde öldüren b.ktan bir kumar... 

Böyle parmakları değiyor önce kazara sanki kuyruklunun penguenlerine... Çok içmiş ve otokontrolünü yitirmiş bir kompozitörün yarım kalmış kompozisyonuymuş gibi rastgele piyanonun tuşlarında kıvranan çarpmalar minik minik. Aznavur Paşa diye bildik biz hep oysa tarih kitaplarımızın birinci saman kâğıda baskılarında... Charles’mış aslında adı bunun, ince ince yağarken Adam o’nun karları bizim topraklara; La Boheme diye içteki gittikçe uzayan, uzadıkça da gidilen karanlığın derin endişesini yaşamlarımıza teyelleyen hallerini fısıldıyor bazen si bemol bazen fa minör bazen minör bazen Köroğlu kör.... 

Cemal’le konuştuk bugün... Tanımazsınız siz Cemal’i... Birçok kimse tanımaz... Benim için en komik adamıdır bu memleketin. Adi herifin tekidir çoğunuza... Ama bir tek bana yanlış yapmaz Cemal mesela... Adi herifin diğer tekiyimdir bende... Ama bende ona yapmam bana yapmadığını... Kardeşim Cemal... Koca bir tiyatro emekçisidir...”Bir gün seni bu kadar özleyeceğimi söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi lan” dedim... “Ne yalan söyleyeyim abi,, bende” dedi!...Gülüştük...Ana fikri yok...Gülüştük, o kadar! 

Bir şarkı var dilimde, gebe dünyaya gelmeye az kaldı! Böyle hüzünlü, genzimi tırmalayarak mırıldandığım arada...”Ellerinin kokusu kalsın tenimde” diyor kadın...”Bütün cinayetlerini yıka elinden; sevgi sözcüklerini tükür dilinden, her şey uçuşsun gökyüzüne ihanetin küllerinden... Ellerinin kokusu kalsın tenimde”...kadın söyleyecek madem... Neden benim dilimde, genzimde... 

Hiçbir kadın bu koşulsuzlukta kabullendi mi birimizi? Ya da biz herhangi birimiz, hiçbir kadını bu kadar olanca kiriyle, pasıyla basıp yüreğimize uyuttuk mu hayvanca sevişmeler sonrasında ılık bir yağmur birikintisine yatırırcasına? I Ihhh... I ıhhh? Hayır demekmidir? Yoksa evet demenin başka ve erotik bir şeklimidir? Önemsizdir... Önemli olan, Muzo Abi’nin gördüğü gibi güneşi görebilmektir... Ömer Hocanın hocalığının tuttuğu eğitsel seks ilginçliklerinden feyz alıp, hocanın dediğini uygulayıp yaptığından şiddetle kaçmaktır... Önemli olan, Charles Aznavur dinleyerek, bir takım derin hislere doğru akabildiğini sanmaktır. 

Günlerdir... Pek de akıllı işi olmayan bir şey yapıyorum... Seçimlere giren partilerin rengârenk bayraklarını sayıyorum gördüğüm her yerde... Rakam vermeyeceğim, korkmayın! Obsesifliğimin ispatına ihtiyaç duymuyorum... Ama aslen derdim, kaç kilometrelik kumaş ve boya tüketildiği ve bu boyalarla kiremit desenli kaç köy okulunun boyanıp, o okullarda okumaya çalışan kaç küçük baldırı çıplak çocuğumuzun giydirilip soğuktan korunabileceği... Bunun Aznavur’la alakası yok!... Hendrix’le ilintili dahi değil... Ama konuyla bağlantılı... Hangi konuyla? Bohem’in tanımını değiştiren vurdumduymaz lüksapel(ben buldum) devinimlerimizle siyasetçek... 


Kimse farkında mıdır? Bu kadar çok kumaşla kaç çocuk giydirileceğinin hesabının?I ıhhh...Hayır mı demektir?Yoksa ...La Bohemme... La Bohemme... Ne kadar da çok nefret ediyoruz birbirimizden... Sakal şeklimizden... Giydiğimiz pantolonun kesiminden... Saçımızın uzunluğu ya da kısalığından... Ne kadar çok tiksiniyoruz lan birbirimizden... Renklerimizden, tuttuğumuz takımlarımızdan, dinlediğimiz müziklerden, dinlemediğimiz müziklerden... Ne b.k sanıyoruz lan biz kendimizi... Dediği gibi Ömer Hoca’nın fareler ve orangutanlarla aynı şekilde misyoneriz biz, o kadar! Yani pozisyon olarak... La Bohemme, la Bohemme... 

O kadar çok aralıksız yağmur yağdı ki; toprak kokusunu algılamakta sorun yaşadı geniz...Peki!Aha buda işte aynı..Anafikirsiz!:) 


Eab.

HÖYTTT!!!

Yerden kalkıp üstünü başını temizledi Jaşua...Altına işemişti...Ve sidiği pantolonunun iç kısmının kuru bir hal almasını sağlamıştı..."Hay Allah!" dedi kendi kendine...Bok mu vardı kendini böyle kaybedinceye kadar içecek?" diye hayıflandı...Ordan bir ak sakallı dede peydah oldu...Peydah olabildiğine göre bütün bu aksakallı dedeler esasen piç tiler...Ama bu onların suçu değildi tabiiki..."Bre zındık! Bu yanında yatan cıbıl avrat da neyin nesidir?" diye haykırdı ak sakallı...Jaşua şaşkın:"Aynı dili konuşmadığımız bu yaşlı insanın derdi nedir acaba?" diye düşündü...Ender de olsa Jaşua'nın da düşündüğü olurdu...Ak sakallı oturdu...Jaşua'nın yanı başında, yatakta sereserpe yatan Sibıl mırıldanarak uyandı..."Daha var mı?"...Jaşua onun ne istediğini anlayamadan, ak sakallının entarisindeki dalgalanma, hayatın çatıdaki anteniyle oynanması gerektiği duygusunu uyandırdı...Bir anda bir çok şey, aynı anda ve eşzamanlı şekilde uyandı...Gün mesela...Mesela, uzun süredir uykunun kışına yatan bir dişi ayı, uzak bir dağ başı mağarasında...Güzel bir kadını gören güzel bir adamın libidosu mesela...Üst kattaki seri katil Cinayettin Abi ha keza...Kıraç bir toprak parçasındaki bir papatya mesela...Sürekli olarak başına vurulup lokması ağzından alınan bir millet mesela... 

Jaşua, arkasında da katnem bir kuruluk hissetti...Canı yandı hatta kuruluk yapıştığı kıçını acıtarak etinden ayrıldığında..."Altıma da kaçırmışım lan!" dedi en anlaşılmaz ecnebicesiyle...Aklına kaçırdığını düşündü Sybil...Bu jaşuaya vermiş olamazdı...Hadi diyelim ki verdi; bu moruk tüm gece onları mı izledi? Hayır!Olamazdı...Ya cep telefonun yüksek pikselli kamerasıyla kaydedip yutupta yayınlarsa ne olacaktı? Nasıl bakacaktı Massacusets Tapu Kadastrodan emekli babasının yüzüne...Birden ağlamaya başladı... Ak sakallı acımayla öfke karışık mimiklerini kuşanarak baktı genç kıza..."Tevbeye geldi orospu! Nasıl ağlıo pişmanlıktan " dedi... Jaşua, Ak Sakallıya baktı önce...Sonra da Sybil'e... Kıçındaki acıyı düşündü...Ve birden deliye dönüp, Ak Sakallının boğazına sarıldı...Ak sakallının boğazı Jaşuanın ölüm kokan boklu elleriyle sarılıydı şimdi... Sibıl, "hayırrr" diye bağırdı...Jaşua, insanlık adına bu oğlancıyı yok etmek en büyük hayır Sibıl "dedi...Hayır işlemenin mutluluğu bir ışık gibi yayıldı genç adamın yüzüne... 

Barda sinekler içilmiş bardakların ağız kenarlarında birdir bir oynuyorlardı...Larvasını dökememiş dişi bir sinek, dişi ağrayan erkek sineğe yalvarıyordu...Ama erkek sinek oralı bile değildi...Çünkü Luisiana'daki akrabalarını özlüyordu...Andy Warhol, poposunun artındaki kaşıntıyı rengarenk boyayıp en dandik akımını osuruyordu tam o sırada sanatın... 

Bizim memlekette ihtilaller olurken tam da o sırada...Sıralı sırasız aşklar diziyorduk; güzel kokulu fahişelerin kuğu boyunlarındaki bembeyaz incilerin arasına...Bir inci, bir aşk bir de defne yaprağı...Rakı yine gecikti...Arkasından hemen ne dayabilirizki bu tarifsiz kederin...Ak sakallının cesedini buldular, düşlerimizin pis kokulu, bakteriyel çöplüğünde...Jaşua, şüphe içindeydi...Papaz'ın tırnakları uzun ve bakımlı diye marylee steep dellenirken...Anlayamıyordu...Küçük zenci çocuk efemineyse acık, Philip Seymour'un ne günahı vardı ki...Bir fincan kahve hazırladı kendine...Sibıl,artık ağlamıyor, Jaşua'ya bakıp yalanıyordu...Jaşua kızın niyetini anlamıştı...Hemen buzdolabını açıp, derin dondurucuya gizlendi... 

İndra Gandhi ile Mahatma Gandhi arasındaki gandilik ne zamandan beri bu kadar derin manalara gebeydi kimbilir? Entelektüel ayrımcılığın dip noktalarında gezinen bir şiir yazdı sonra Sibıl...Alacakaranlık her zaman ürpertirken içini dolunayda göte gelen bakirelerin... Bakiye varmış bakkala iki lira...Altı kat çıkıp bunu söyledi bizim oralı esmer çocuk...İki lira için çıkılan altı kat var ulan benim memleketimde...Bir de açık yakadan taşan memelere gözucuyla iltica eden sözde sadakat sembolleri...Jaşua donmuş bir şekilde çıktı gizlendiği yerden...Sibıl'ın kendi kendini tatmin etme çabalarının iğrençliğiyle sarsıldı sonra...Ne kadar anlamsızdı başından beri oysa hikaye...Kapattı gözlerini Jaşua...Mehmet açtı tekrar araladığında...Beşinci katta yorulmuştu..."Ben bu asansörü bozan lavuğun anasını arvadını...."...İKi lira için altı kat çıkmak zorunda bırakanların değil...Düzenin değil...Asansörü bozanın...İroni nedir diye sordu küçük kız...Mehmeti gösterdi, burnundan çıkardığı işaret parmağıyla muhtar...Altı kat...İKi lira... Bakiye... Sibıl ,Jaşua ve Mehmet... Yurttaaaaaşşşşşşşşşşş....Gel...Gelllll....


Eab.

İNTİ..KAR!

bütün pişmanlıklarımla vedalaştım;ayrılmak zamanı geldi artık..."gitmek"... kendinden en çok...kendine daha çok...kendinden kendine gitmek zamanındaysan eğer; umutsuzluk soğuk nefesli bir namludur artık ensende...üşürsün...çok üşürsün hem de...hiç bir ayaz kesemez kalbinin çelik soğuğunu bir daha...bir daha hiç bir nefes avuçlarında parçalanan yalnızlığı ısıtamaz...iflah olmazsın artık; olamazsın...karga yalnızlığı ve yaşamışlığıdır alnındaki koyu çizgilerden akan demli kan...önce başın düşer, düşüncelerini çoktan düşürdüğün yerlere...sonra gövden...düşmeye başlamışsındır artık; sıcaklık delicesine dondurucu sıccaklık ensenden sırtına doğru nazlı bir devinimle yol alır...kulaklarının çınlamasına aldırmadan arkasından başka bir yol bulur, patlayan beyninden saçaklarca yayılan başka bir kolu;a..kan..suyunun... 

bitmiştir artık; ne başlayacağının endişesini duyman ne kadar da salakça ve yersiz...yersiz soruların gelir aklına; bir filim şeridi gibi geçerken haybeye tğkettiklerin birer birer...sevdiğin bütün kadınlar yada adamlar...döğüştüğün tüm düşmanların...çocukluk arkadaşların...ne kadar çok yüz eskittiysen o kadar çok siğil patlar gürültüyle aklında...ülkeni kurtarma fikrin...fikrinden nefret edişin...fikirsizleşişin...bütün leşleri parmaklarına doladığın kelimelerin... 

bütün yalnışlarımı katlayıp koydum arka cebine ömrümün; gidiyorum artık...gidiyor eylemi...bir eyleme soyunmak...büyük bir gürültüyle, sessizliği bulabilmek...o andaysan eğer; hep aynı rüya geliyor tam da ortasına gözlerinin önünde kocayan beyazın: garip bir çınlama, tatlı,ılık,mutlu,huzurlu...sonra bütün gökyüzünü kuşatan irili ufaklı soğuk görünümlü siyah, simsiyah zeplinler...Yavaşça bırakıyorlar atomlarını...o kadar yavaşça salınıyor ki koca bombalar; sanki birer işveli kar tanesi edasında...öncesinde güneşli , neşeli, sevgili ve yemyeşil bir günün ortasındayız biz hepimiz...düşen atomları izlerken, bilincimiz güdüsel dürtüyor kaçmamız için hepimizi...kaçarken öldürüyoruz çoğumuz öbür çoğumuzu; yaşayabilmek derdiyle...duruyorum ben...tek başıma izliyorum giderek büyüyüen karanlık tanelerini kar'ın...teslim olmak...teslim olmayan her hücreni teslim almaya gelen diğerlerine bırakıp öylece durmak...sonra, simsiyahdan daha koyu, acayip, görülmediği ve bilinmediği için adı da konulmamış tuhaf bir renk...dumanlar...çığlıklar....ağlayışlar...insan parçacıkları...içime çekiyorum, yanık et kokusunu...içimin yandığını hissediyorum aslında...sonra dehşet bir sessizlik... 

göbeğindeki mermi yuvasında sadece bir kurşun var elimdeki buzdan silahın...çeviriyorum...dönerken çıkardığı sesle mutlu günlerime bir yolculuk başlıyor aklımda...yolun yarısındayken daha...duruyor revolver...işaret parmağımın içini gıdıklıyor dokununca tetiğe...ürperiyorum...ürperti sırtımdan g.tümün deliğine kadar yayılıyor...hastalanacağım sanki...annem nane limon kaynatıyor..parmak tetiğe, tetik ömrüme düşüyor...ne nane, ne de limon artık bana fayda etmiyor...insan, birinci hakkında daha yenilince rulette...herşey anlamını acaip şekilde yitiriyor... 

bütün yanılmışlıklarımla helalleştim...bir tek bebeğim giderken genzimi fena halde yakıyor...

SEVİO SEVMİO...SEVE..MİO...

“Uyuyakalmışım ben daha çok küçükken papatya tarlasında…” Kadınlığının en yalın haline den takıları henüz ilişmemişken; mırıldandı, gözlerinde yetimler büyüten küçük kadın… Benzer mi acaba gelincik tarlasına? Tarladır aslında ikisi de; yalnızlığın rengi kırmızı da beyaz da olsa… Uyuyakalmak papatya tarlasında… Sonra hiç uyanmamak köşelerde bekleyen pisliklerine hayatın… 

Yazmak için yaşayan yaşamak için yazdığını sanan zavallı bir kimsesizliğin kirli, kanlı, çaresiz kalemine dolanmak mesela. Mesela ana rahmine düşmek diye tanımlanmak ne kadar da acı… Bazı üzgün ve sıkıntılı zamanlarda, “var’lığın” ifade edilişi bile yanlış; düşünce kafanın içinde kıvranıp dururken çaresizce… Su damlası değince dudağın en çatlak kıvrımına, çocukluğun taa en dibe itilmiş dizleri kanamış, sızıyan bir hatırası bir anda filizlenebiliyor küçük kadın belleğinde… 

“Papatya tarlasında uyuyakalmışım” cümlesinin öznesindeki özerkliği çoktan iki bacağının arasından gözyaşlarına aldırılmadan alınmış bedenin esareti devam ederken geceye, yüz görümlük almadan bacaklarını aralamayan köylü kızları beyaz çarşafa eğdirilip kanatılır zevkin başlık parası tahsil edilmiş legal hüzünlerinde… 


Bu memlekette geceleri ruhunu arayan gölgeler belirir, aşk denilen tuhaf saçmalığın ritmi bozuk kalp atışlarında… Tepinirken ömrünün en ucunda karıncaların imparatorluğunu bağırdığı bir zevkle küçük bir kadının üzerinde, gözlerinin buğusundan kelimeler dökülür “ ben çok küçükken uyuyakalmışım bir papatya tarlasında!”…uyanmasaydın bana ne zavallılığıyla sıyırırız bir türlü törpüleyemediğimiz kibrini ömrümüzün… 


Neden aradın diye sordu kadın… Adam cevapladı: gülümsemeni görmek için diye… Kadın gülümsedi… Adam kapattı telefonu. Adam kapattı aklının erozyondan açılan en büyük oyuğunu… Masada bir şişe vardı… Bir de şişe şişe obezleşen libidosu erkekliğin… 


Papatya tarlaları yandı… Orospu olduk hepimiz “tatil köylerinin uyumsuz kentlileri olarak! Sürüdük ayaklarımızı yanan papatyaların hep sevmiyor çıkan adedinden, çoğul saçmalıklar bereketlerine doğru… Doğrularımızı yanlışlar, yanlışları da kötü adamlar götürdü… Eşittir in diğer tarafında kaldık öylece boynu bükük ve yanık kokusu genzimizden sinsice girip ciğerlerimizi çürüttü yavaşça tüketilen papatya tarlası kelebeklerinin…

Eab.

ÇİFTER ÇİFTER KUMRU'LAR

Bir varmış, bir var gibi yaparmış...Evvel zaman içinde akrep, yelkovana her ayın tam ortasında acımadan kayarken, yıldızların kayıp durduğu bir sahilin pötikare desenli örtülerle çok cici masalara sahip şirin mi şirin bir mekanı varmış... 


Bu mekana zavallı insan ırkından ziyade, sürekli kendi aralarında sosyalleşen tatlı kumrular takılırmış...O nedenle bu yere, halk arasında çifte kumrular derlermiş...Aslında, alkollü ve yorgun bir gece yarısında dili sürçen bir güvercinin ifadesi de bu yeri anlatmaya pek bir muktedir olurmuş...Gagasındaki zeytin dalını, g.tüne sokmak için tribleks ağaç kovuğuna taşıyan güvercin bir anlık sürçme sonucu bu yere çifter kumrular diyivermişşşş.... 



Aslında pek de yersiz değilmiş bu sürçmenin gün düşümü...Çünkü buraya gelen kumrular illaki yanlarında bir kumru daha getirip, onların da çiftleşebilmek için birbirleriyle kaynaşmalarını sağlarlarmış...Sonra biri diğerinin eski sevgilisiyle yeni sevgili olurken, öbürü berikinin eski sevgilisinin bir önceki sevgilisiyle yeni bir aşka kanat çırparmış...yani kim kimin masasına konarsa konsun illaki birer çift olurmuş bu kumrular... 



Kumru kumru koklaşır, oynaşır, sevişir, öpüşür, eğleşir sonra hep dost kalırlarmış...Bazıları birbirlerini hiç unutmaz, ikide bir de dönüp dururlarmış eskiden tüneyip zevkle sıçtıkları aşk kokulu masalarının üzerine... O sahilde bir avuç kumru küçücük bir dünyanın çevresinde sürekli birbirlerini s.verek yaşar giderlermiş... 



Günlerden bir gün, yaşlı bir karga olanca karalığıyla soluklanmak için bu yere sığınmış...Bütün kumrular korku içerisinde birbirlerine sarılmışlar...Karga" korkmayın lan benden...Bir şey yapmam ben size...Tamam kargayım, çirkin ve yaşlıyım...Aman sadece bi arkadaşa bakıp çakacaktım..." demiş saygıyla... 



Kumrular içerisinde en güzel gözlü ve yumuşak tenli olanının gözlerindeki hüznü gören yaşlı karga, "Nen var senin güzel kumru" demiş? Güzel kumru, ağlamaktan ve üzüntüden incinmiş onuru ve ses telleri nedeniyle kısık bir sesle cevaplamış...Çok sevdiğim çiftim artık beni sevmiyor, başkasını seviyor..." Yaşlı Karga,"o başkasını seviyorsa, sende başkasını sevmelisin artık" diyecek oluyor...Gözlerini pörtleten kumru "Olmuyor" diyor...Karga masalarda çifter çifter sevişen çifte kavrulmuş kumruları izleyip, sktir lan diyor ve otoparktaki ciplerin yeni silinmiş camlarına sıçarak uçup gidiyor. 



Sonra bir yağmur yağıyor...Kumrular uçuşuyor ve rastgele yeniden birbirleriyle çiftleşecekleri yeni maceralara konuyor....

AMNEZİ

Neydi sahi senin adın 
Kaç bine bölünmüştü yolculuğun 
Kızıl bir nehir gibi ilerlerken damarlarının içinde 
Arsız sızılar hayli evvel bir zaman 
Yalnızlığın en ekşilerini kuşanıp hastalıklı bedene 
Beden bedene histerilerin teri bulaşırken 
Tuz oranı yüksek bir şekilde diline… 
Beni tanıyor musun peki? 
Varlığıma konulan adın 
Bedenimi çiğneyip ruhumdan geçen 
Kırık topuklu bir sürü başka kadın 
Anlamlar neden kuşağına dolanmış göğün 
Ve renkli bir sinemaskop hüznü kopyalayıp duran 
Bu hep düşüşüm 
Düşten düşe düşürülüşüm 
Kimsin ben 
Nerden gelmedim nereye gidemiyorum ayak bileklerimden 
Milyonlarca işgüzarlığı örümceklerin 
Beynimde sızıyan şey neyin nesi 
Kimim var mı benim? 
Peki ya kimsem birikmiş mi bir yerlerde 
Varlığımın amnezisinde yiten 
Kaç hayatım var benim 
Darağaçlarının yemişlerinde tükenen… 
Karşımda duran yüz 
Ne zaman bu kadar değer kaybetti onca sıfırı atılarak? 
Adın neydi sahi senin 
Kaç ana birleşip te bir seni mi doğurdu 
Kuraklığına doğduğun tutsaklıkların 
Bir kuru ekmek 
Küflü peynirin otunda biten bakteriyel bir tokluk 
İçimden atamadığım 
Tuhafça gururlandıran başıbozuk bir yokluk 
Yokum ben 
Ne baharın kana karışan uyuşturucu maddelerinde 
Ne şehirlerin her sene yükseltilen asfalt caddelerinde 
Neyim ben 
Adıma ne diyorsunuz siz 
Hamam böcekleri gibi ışığa yakalanınca ödlekliğimden 
Suya düşen bir gölgenin kıyısına öbeklenmeden 
Nasıl tanımlar ekliyorsunuz bana 
Tüm bunların hepsi bir yana… 
Neydi sahi senin adın 
Kaç bine bölünmüştü yolculuğun 
Kızıl bir nehir gibi ilerlerken damarlarının içinde 
Arsız sızılar hayli evvel bir zaman 
Yalnızlığın en ekşilerini kuşanıp hastalıklı bedene 
Beden bedene histerilerin teri bulaşırken 
Tuz oranı yüksek bir şekilde diline… 
Adın neydi senin? 
Kaç gözyaşı hüküm sürdün bende 
İçinde kıvranırken kimsesizliğin 
Artık gülümseyen bir bebek yok gözlerinde...

Eab.

KADIN KOKUSU

Ne renk kokar bir kadın? Bir kadın, genizde hangi yıllanmışlıkların kokusunu bırakır rengârenk? Kaçık mavi bir fondan ve hayli hazin bir tondan süzüle süzüle düşerken bembeyaz bir tüy, boynundaki gökkuşağı hangi kristal kadehten yansır gözlerimizin açlığına, kim bilir? 


Belki tatlı bir rose ılıklığı kalır pembe kokusundan kadının... Şöyle genç, taze şöyle... Hatta çok fazla yaşanmamış, eskimemiş ve eskitilmemiş! Ya da ateş gibi bir merlot savrulur dudaklarındaki yangınlardan, kalbin en ağır yaralı ve zayıf kıyısına... Boynundaki chardonnay kuğuları, en huzurlu notalarıyla yasa dışı bestecisi oluverir; burun deliklerimizdeki, dünyanın en heyecanlı sızlamalarının... Küllerin savrulduğu deli duman bir raks alır fikrimizi... Fikirsiz bırakır kokusu kadının... Nefessiz bırakır! 



Şarap gibi kokar her kadın... Kadehe uzanan dudaklarının çizgilerinde, evrenin bütün gözenekleri ihtişamlı bir geçit töreni telaşındadır sanki. Kadın, mücevher kokar. Kadının kokusu dünyanın en paha biçilmez mücevheridir çünkü... Gece kokar sonra kadın... Yağmur ertesinde, camdan bir hüznün gözlerindeki yıldızlar ağlarken teninin bembeyaz pantonesinde... Güneş kokar kadın... Ya da güneşin sıcak gülüşlerini kıvrımlarında parlatan masmavi bir okyanus kokar... Bazen zehirli yemyeşil bir orman; içinde her tonunu ayrı doğurup, besleyen ve büyüten... 



Yalnız başına bir parkta, yorgun bir banka oturup sonbaharın hazin ve nemli kokusudur kimi zaman kadının sapsarı kokusu... Kadın her renk kokar... Her renk kadın kokar bir başına ya da birleşip başka bir rengi doğurma çabalarında... Anne kokar, sevgili... Kardeş, evlat kokar kadın... Kadın toprak, gök... Kadın tutku, cehennem kokar biraz da... Kadın ter, kadın fesleğen akşamsefalarında... 



Mavi renktir kokusu kadının... En sevdiği renk olması nedeniyle şizofrenlerin... Bazen lila, sırf söylenişi bu kadar tatlı diye... Bembeyaz bir koku sarar bazen varlığı... Kadının kokusunun aydınlığı... Siyah bir esarettir bazen bu koku, zulmüne dayanamaz hiçbir karizmatik ve asil doku... 



Bir tutam baharat kokar kadın..Kadın ney kokar...Mey biraz...Kadın düş kokar...Düşüş sonra... Kadın demine kavuşmuş bir bardak çay kokar...Sabahın ilk ışığı kokar!Gün ışığıdır gözlerine ilk vuran, kadın kokusu... 



Kadın evren kokar; yaşam kokar... Kadın şarap kokar ve yağmurun iz bırakan gözyaşları şeklinde kalır bu kokunun buğusu... 



Asırlar diz çökse bile asla genizden çıkıp gitmez, şarap gibi kokan bir kadının büyülü kokusu... 


Eab.

ÇOK SUKOV BİR PAZAR...

Aylardan puslu ve yaslı bir dolunay; gırtlağına kadar LPG ile doldurulmuş… Şukov’dan bi habermiş parmaklarımın lanet olası ucundaki tuhaf kederlerin sızısı… Ve belirtili sıfatın belirtisinin kuyruğuna, uçurtmalar eklemem okurdan koparıyor ve hiç bir biçeme ait kılmıyormuş beni… “Bana ne” dedim… “Biçemsiz bir çocuktum kendimi bildiğimden beri… Ben böyle iyiyim” dedim… “Kaçış” dedi işin eğitimini alan ve geleceği fena halde parlak genç eleştirmen bana… “E kaçıyoruuum, evet!” baktım, bakışlarında “Gördün mü bak, ben ne kadar da çok biliyorum!” zaferleri esas duruşta… Gülümsedim kendimden kendine… Kendindeki geçit törenlerinin ışıltıları gözlerinden zamana yansıyan kimlik kaygılı gence… 


Neden uydurmalıyız ayaklarımızı, bizim için özenle biçilmiş yorganların uzunluğuna? Kaldı ki cenin şeklinde yatmaya meylettirmiş hayat bizi öteden beri… Henüz gelmemişken bile dünyanın engerekli kollarına ve çetrefilli yollarına… Daha dün annemizin kollarında yaşar ve onun çiçekli bahçelerinde gerzek gibi koşarken Oidipus tan haberimiz bile yoktu ki… Normal sanıyorduk bu anasının eteği dibinden ayrılmaz kerata durumunu… Ve komşu teyzelerin eteklerinin yırtmaçlarından ya da yakalarının iki ucundan fışkıran kardan kadınsılıklarıyla fantastik porno eserlere imza atarken banyo ve tuvaletlerimizin yeşile çalan kahverengi küfünde… 



“Vatikan’dan bir yar gelir bizlere” evresel boyutlarında bir hal almışken memleketin kuvayi milliyeden bu yana; milli maçlarda hep cenk duygusu tatmini yaşanan komplekslerimiz var sanırdık sadece oysa… 



Neyse, aslında sen koktu akşamüzeri buralar… Buram buram, öylesine derin… Ne havada bulut olmak kesti beni, ne de bir vapurun peşine takılıp ta gitmek; başım sıra ve yelkovan kuşlarına fena halde tur bindirerek… 




Şarkılar bekledim senden fikrin sıkıntıdan çıldıran bekleme salonlarında. Aynı mecmuaya bin birinci kezdir yüz sürdü ellerim… Ellerim üşümüş farkında olmadan yalnızlığın ayıp taraflarını rötuşlarken; ayrılan bir çiftin gözyaşlarının boğumlarında… 




Deniz kokusunu çekti içim gömleğinin cebine; büyüdü dolma kalemimden firar edip gömleğin cebinde büyük bir kırmızılığa sebebiyet veren mürekkep… Kanadı sol yanı gövdemin… Göğsümün ucunda kan; adı çoktan faili meçhullere karışan… Uzandım seyrine yine düş sonrası kokularına; yağmurların… Yine devirdim bütün cümleleri ortasından sonuna… Başına ne haller getirdim canım Türkçe’mizin… Umarsızca bıraktım kendimi üzerine, senin gözlerinden dökülen bütün denizlerin… Ve sabretmemek lazım seni tanımayan kimsenin kalmadığı bu garip şehirde yağmur biter elbet diye… Sessizdi her yer bu gün… Sen Pazar’ dın… Uyudum! Çünkü çok Şukov bir pazardı… 


Eab.

28 Aralık 2010 Salı

İS..PİS..SİS..SUS..PUS..SÜS..KÜS..TANBUL!!!!!!!

Çok şeysin! Nasıl anlatılır bilemiyorum İstanbul?

Issız, yaşlı ve hayli genç kadınlara düşkün sessiz, kimsesiz bir ressamın dediği gibi “be heeey, yedi memeli orrrossspuuuu!” Kiminin kavgasının şehri, kiminin yalnızlığının boğazından kurtaramadığı kanlı elleri... 

Pembe renkli pamuk şekeri... Güzel şehir... Çirkin yapılanan şehir... Tehlikeli şehir... Tarihi şehir... Masal şehir... Çamurlu şehir... Bol köpüklü şehir... Kültürlü şehir... Bohem şehir... Totem şehir... Yalnız şehir... Kalabalık şehir... İstanbul... 

Ah İstanbul; en deli entrikaları fersah fersah yerebatanlarında batıran cellât... Ah hem taşı hem toprağı altın olduğu halde sürekli değer kaybeden 24 ayarlık ayarsızlık... 

İs... Alnının ortasından vurulup yığılan cevahirlerin toplu mezarlığındaki yangın ülkesi... Dumanı sarhoşlukların en tehlikelisini ömre musallat eden hikâyelerdeki Kaf dağının ötesi... İs... Tanbul, kapkara bir isin, bedene yapışıp yazgıları kararttığı gölgelerin kenti... Noir bir issizliğin tatlı düşlerine dalınan ama hep mevzuuya Fransız kalınan kocaman okyanus... 

Pis... Pis köşelerinde kutsal bir saflık barındıran ve her kaldırımda müşteri bekleyen sakinleriyle aklın tüm kirlerini kafatasından arındıran yalınlık... Pis... Tanbul, her köşesindeki mikropların gülümseyen çocukluklarını aradıkları yaramazlık... ve bu kadar da olmaz dedirten aymazlık... 

Sis... Sislerin buluşma yeri kubbeler ve minareleriyle şaha kalkan yitik bir Osmanlı... Kalkıp gitmeler kendinden zamansız, zamanlı... Sisler dağıldığında gözleri kör eden büyülü aydınlık! Sis... Tanbul, dumanlar içinde dolaşırken kendine çarpıp, kendinden kaçtığın deli zikir... Ve hiçbir yazımda olmayan, on dördünde berdele gebe verilmiş o nazlı ve memleket kokan ana fikir... 

Sus... Suskunluğun kural olduğu her acı siren sesinde, Amerikanvari bir kovalamacanın yapay platosu... Sus... Tanbul, gözlerin daha çok bağırıp çağırdığı yaşamak devinimlerinde akıp giden çılgın nehir... Tüm şarkıların sustuğu saatlerde kendi notasız çığlıklarıyla her iki kıtanın her iki yanağını da evire çevire döven eski tövbekar kabadayı!...

Pus... Puslu camlarıyla; hep ne için beklenildiği bilinmediği halde beklenilen soğuk ve üzgün kahvehanelerde yitirilen... Pus... Tanbul, elde avuçta ne kadar hüzün varsa edebi kaygılarım nedeniyle öldürülen... Aşkın memleketi... Sevginin çamurlu cenneti... 

Süs... Süslü dilberlerin eteklerinde çalan cilveli ziller... Ve güller, saray bahçelerinden kanalizasyonlarına sessiz sessiz dökülen... Süs... Tanbul, ellerindeki bembeyaz kuğularını Haliç’in boklu sularında yüzdüren... 

Küs... Küskün insan hikâyelerinin dizildiği rengârenk yaşam abaküsü... Çarpım tablosu... Bölme işareti ortasından iki kıtayı... Küsüp gidilen düşlerin enkaz yeri... Küs... Tanbul, dilindeki acı tadı şarabın. Ve hiç affedilmeyen sabıka dosyası asırlardır... İstanbul, çok şeysin... Daha çok şeysin! Anavatanı rakının, vazgeçilmez bir uçma hissi aşırı yüksek rakımın...


Eab.

BİZ,SOKAK,KANYAK,MANYAK

Ne zaman geldiğinden haberim yok? Nasıl ya da hangi ihtiyacın gergefi böylesine bir prematüre doğum bıraktı kucağıma anlayamadım? O kadar çok anlam yamadım ki beynimin duvarlarına afacan bir tilt topu gibi çarpıp duran... Hiç halim yok oysa? Ne yalın; ne den, ne de “den” den bile edilgen... 

Ayaklarım üşüyor çok uzun bir zamandır sadece... Çıplak filan değil, havada herkesin ayağını üşütecek donduruculukta frozen bir karakter koymuyor orta yere... Ama üşüyor işte, sanırım beni bu denli taşıyor olmaktan usangaç bir durum bu... Ayaklarımın ki yani? Çiçekli bir yazı yazmak için aceleci bir telaş var içimde; içim neden bu kadar karışık? Nedir bu medler cezirler? 

Cezayir’in bile menekşesi güzelliğiyle destansılaşırken şarkılarda; boktan bir sömürge olmasına rağmen, benim pervazsızlığımdan mıdır; kıyımdaki menekşelerin men ekleri hep solgun?... Olgun sekanslarını çekiyorum artık ömrün... Ömrüm, küçük kedilerin patiledikleri orlon bir yumak şimdi... Orlon kazakları yasak tellerin dikeninde takılı kalıp çoktan sökülmüş çocukluğumun...

Akşam eve geldik... Ev, sana ait olmayan ve seni kendinin kabul etmeyen yere denebilir mi? Sadece adına ev diyebileceğin başka bir açılan kapısı yoksa ömrünün... Zorunluluktan değimlidir? Ev’in senin cümlendeki ev’liği... Ev... Liya... Evliya olmak en iyisi? Yani bir yere değil her yere bile ait olmamak. Olamamak... Bütün köşelerine saatlerce bakıp nano bir devinim arama çabası ne kadar hasatlıklı bir duruşsa, kendi içini başka bir içe doğru savurmaya çalışmak ta öylesine rahatsızlık verici bir duramayış.

Tanrım... Nasıl delirtici bir şey bu: “O olabilir” paranoyası... Diğerlerimin hepsi çoktan uyudu.. Yada uyuyormuş taklidi yapıp mastürbasyon yapıyorlar tepelerine kadar çektikleri yün yorganın altında... Koskoca bir geride bırakılmış yazı oysa, yorganın içsel lekelerindeki iğrençlik....Diğerlerim inde benden farkı yok aslında...Ben nasıl diğerlerim diyorsam onların diğerlerinden biri de benim korkarım..Hayır korkmam..Neden korkayım ki? Korkulacak ne yaptım ben... Kimsenin düşünün remiyle oynamadım ki... Tanrım! Bu o mu yoksa? Olabilir mi? Denemelerinden ve yanılmalarından sonra acıyan yerlerini hangi dikiş tutturabilir ki yeniden... Hadi bir daha! Yeniden...

Peki, ne mi yaptık biz koca bir yıl boyunca? Hayır, hayır... Koca bir yıl değil, koca bir ömür boyunca... Bir sürü film aldık izledik. Bir sürü filmin bir sürüsü bozuk çıktı izleyemedik... Bir sürü filmin bir sürüsü bozuk değildi ama div x olmadığı için bizim DVD de açıp içemedik... Bir sürü yeni kısaltma kattık kelime hazinemize... Hazinemizin günden güne değer kaybetmesine aldırmadan eski kelimelerden cümleler kurduk mesela... Birkaçım, bir köpek aldı kendine... 

Bir kaçım ne zamandır yavru bir kedi derdinde... Bir ikim, başka şehirlere gitti. Otogarları ve tren istasyonlarını dikizledi, yalnızlığın en seri cinayetler işlediği saatlerde... Bazılarım sigarayı bıraktı ani bir kararla... Diğerlerim onların bıraktığı yerden paketi alıp hemen sigaraya başladı... Annemin yemeklerine yine bayıldık, diğer tüm yemeklerde tabldota sokulmuş sisteme ana avrat söverek; anne elinin tadını aradık... Yolumuz yabancı memleketlere düştü... Kar halinde yağdık...

Sonra bir baktık; sağanaktık. Sağamadık bulutların sancıyan memelerinden kendimizi... Yeni bir kitap okudu, en entelektüelimiz… En entelektüel olmanın kibirli burnu aktı sonra gribal bir enfeksiyonun pençesine düşüp... Sabahları uyandık... Akşamları uyuduk… Bazılarımız güzel rüyalar gördü... Bir kaçımız kâbus... Ben ve diğerlerim, genel olarak uykusuz kaldık... Okkalı bir cümle aşk eden markalı bir şairin sözlerine hayıflandık...

İş değiştirdik... Kabuk değiştirdik... Sevgili değiştirdik... Tarz değiştirdik... Araba değiştirdik... Yolumuzu değiştirdik... Biz hep aynı kaldık... Ağzımız bozuk kaldı yine... İçip içip küfrettik sokaklarda... Bazen dozu kaçtı takının... Kaçan dozun ardından Kafdağı’nın ardına kadar yuvarlandık...

Ve daha birbirimizden gizlediğimiz onlarca şeyi, yüzlerce ve binlerce basamağına terfi ettirmek için debelenip durduk nafile bir çabayla... Elmanın yarısını aradık yine... Bazılarım öldü... Ölen bazılarım kadar bir kısmım yeniden doğdu...”O olabilir mi acaba bu defa, Tanrım?” diye bir soruyu dilek kipiyle baş göz ettik... Başımız gözümüz patladı yine...

Nerden geldi bilmiyorum? Ya da neden geldiğini? Aslında ne olduğunu da bilmiyorum. Bilmediğim bütün şıkların, şık bir şekilde hazırlandığı bir geceden başka bir şey değil bu gece... Ama ben ve diğerlerim... Yani biz, yani hepimiz... Sokak... Kanyak... Manyak... Bir başyapıtın üçlemesine soyunacağız kesinlikle... Ve son olarak karlar düşer. Düşer düşer ağlarım... Hep isminiiii... 


Eab.

EYYY

Ey geceyle gündüz arasında uyku diye uyuduğum… Merhamet et… Gözlerim gözlerinin bebeğini ninnilerken yardım et ,sonra… Sonra tanrılar ateşlerini dudaklarından içime düşürsünler diye dua et… Ey can… Sonra canan… Benim sana dair yaralanmalarımın milyonda birini, sadece kendin için bana dair niyet et… Hayal et sonra… Bütün öksüz çocukların memelerinden sevgi emdiğini… Katledilmiş bütün aşklar için sebat et biraz da… 


Ey, nefesi yörüngemin ışığı olan… Ey kokusu genzimde esrar gibi dolanan, bakışı ruhumda fırtınalar yaratan… İhanet et… Bütün yasaklarına ömrünün… Nefret sonra… Gölgenle gölgem arasında duranlardan… Umut et, ortasından bölünmüş taze ekmek kokusuna yarınların… Ey gözüm, ey feri o gözümün, ey en büyük ışığı can özümün… Şikâyet et, dilimden adınsız geçirdiğim her heceyi… Sensiz uyuduğum her geceyi… Sabret sonra… Zemheriden sonraki ilk cemreyi… Adına yeni doğurduğum taptaze bir cümleyi… 



Ey ağzı kızarmamış çilek tadında’m… Ey kirpiklerinde cani bir cellât gibi sallandıran… Kaş et, düşeyim dizlerimin üzerine ayaklarına… Göz et, süzüleyim bir martı gibi semalarında… El et, uçayım pembe gülüşlü bir çocukluğun masallarında… Ey içimin dermanı… Ey karanlığımın ece fermanı… 



Ey hürriyetim… Esaretim sonra… Buzdan bir kış gecesinde yanan etim… Hem iyi hem de kötü niyetim… Kabul et, uçurduğum bütün güvercinlerini; yüreğimin postasından… Biat et, bu türlüsüne kahpe bir kaderin… İntikal et, en uçurumun kenarı tutkuların hikâyesine… Eşlik et… Dert et… Tasa et… Sensiz bir an bile geçmiş olsa gelecekle ilgili planlarımdan… 

Ey, bütün kutsallarımı örtünüp cehennemimde serinleyen mukaddes yosmam… Ey uyumam… Uyanmam sonra… Tükendim artık, bittim… Kahroldum… İnsaf et… Yak artık bütün yıldızlarını uykusuz gecemin… Ey aydınlıktan bile daha sıcağım… Cehennemim… Varlığın varlığıma en kutsal emanet…


Eab.

BİR CON BİR DE EBE SONRA VEYN!

Sayesinde, posta arabalarına hep milli servetimizi taşıyan mabetlermiş gibi bakarak büyüyen bir kuşak olduk... Ondan sonra sadece bir takım Abaza entelektüelin katmerli gerdanlarında gördük; boynuna; geniş kısmı öne gelecek şekilde bağlanmasını, puantiyeli fuların... 

Hep beyaz şapka takar, sürekli hemeroid mağduru modunda yürür ve yüzünde asla değişmeyen, acı çekiyormuş gibi hazin bir karizmatik ifade olurdu. “John” adını onda sevdik hepimiz... Deli Dumrul, sosyopatlık derecesi gayet yüksek bir zıvanalık olarak hâkimken belleğimizde, günlerce at sırtında kahramanlıklara revolver yağdıran duruşuna kesildik... Hasta olduk! Hayran ve hatta... 

Atının, sert semerinden dolayı zarar görmüş olabilecek erkekliğinin keskinliğini asla sorgulamadık... Cüneyt Abi, henüz dünyayı kurtarmamıştı o zamanlar ve en bir tane erkeklik idolümüz bizzat kendisiydi... Umursamadık Vahşi Batının batan güneşine doğru atıyla ağır aksak siluetleşirken, apış arasında oluşması muhtemel egzamalı pişiklerini... 

Hatta onun yüzünden, sevdiğimiz kadınlara onun kadınlara davrandığı gibi davranmaya çalıştık... Ama biz sadece vahşiydik; batı kısmında sınıfta kaldık... 

Çocukluktan bir türlü çıkamamışlığımızdan kaynaklandı aslında kuşak çatışmalarından öldürücü yaralar almamız... Acil Rh (-) kan aranan anonslarında gençliğimizin, biz alnımızdaki ergenlik siğillerini patlattık; doksan altmış doksan formüllerinin kimyevi açılımlarını sıçratarak fayanslara... 

Fay kırıkları nedeniyle alyanslarla bağımız da posta arabasının kırılan tekeriyle birlikte tarih oldu... Pazar konserleri vardı sonra... Sonra konserveleri barbunyanın, dolapta... 

Bu nedenle iyi ebeveynler olamadık hiçbirimiz... Ebemiz sürekli taciz edilirken sistem tarafından nasıl John kadar Wayne olabilirdik ki zaten? Eşyanın tabiatına hatta tabiatın varlığına aykırıydı bu durum... Hava durumlarında balkanlardan gelen alçak bir basınç vardı; basıldıkça bas tonları beynimizde ishallere neden olan bastırılmışlıklarımız sonra... 

Legolardan oluşan tahta atlarımızın, tahtakuruları derin kemirgen izleri bıraktı diktiğimiz bütün ağaçlarda... 

Ve Pambık Pirenses ile yedi adet sağlıklı cüce nasıl ve ne şekilde kardeş kardeş takıldılar onca gün? Şarap içip her geçe derin takıldıktan sonra... Ne bir masal anlatabildik yavrularımıza orijinine sadık kalarak ne de hüzünlü bir hikâyeyle okşadık mis kokulu saçlarını gözlerimiz dolarak... 

Yedik; loş ışıklı masalarda birbirimizi çaktırmadan içimizdeki bütün cüceleri adam akıllı doyurarak... Ayaklarımız değdi birbirine kazara altından masanın, hep birden irkildik çünkü her an John girebilirdi bardan; tedirgindik... 

Akşam olunca hüzünlendim ben yine... Hasret kaldım kendi gözlerimin rengine... İngilizce öğrenmem lazım... Bütün tense leri bilmem şöyle sıkı şekilde... Present ile Future arasında “Kahire’nin Mor Gülü” tadında ecnebi bir eğreti ot varlığım... Herkesi sıçratıyor bu aralar diğer kefesinden terazinin; dayanılmaz ağırlığım... 

Külkedisi konusunda da son derece ciddi endişelerim var aslında! Ve en ciddi saplantım Kibritçi Kız hakkında; yanık oy pusulaları sağda solda bulununca... 

Kızılderililer hep ateş suyu içip kafası güzel çılgınlarken karşısında John’un, bir daha da bu Navajo’ya gelmem demişliği var mıdır omuz küsüp, alıp topunu giderek... Ne dudağını büzerken gördük onu, ne bir büllüğe eğilirken... 

Çocuklarımız usulca yaslayıp canlarını bizim yorgunluğumuza, “Hadi masal” dediler... Her birimiz kendi hikâyemizi anlattık... Unuttuk çirkin ördek yavrusunun aslında kuğu olacağını ilerde... Ve çizmeli kedinin grotesk bir sadist olduğunu kâğıt üzerinde... Yazıma son verirken özlü ve anlamlı bir sözle veda etmeliyim: 

“Bir elin nesi var, iki el çoook işe yarayabilir hayal gücün sağlamsa”...O zaman yaşasın John ve Ebeveynlik mefhumu… Me failüü… Onun bunun failüüü 

Eab.