28 Aralık 2010 Salı

İS..PİS..SİS..SUS..PUS..SÜS..KÜS..TANBUL!!!!!!!

Çok şeysin! Nasıl anlatılır bilemiyorum İstanbul?

Issız, yaşlı ve hayli genç kadınlara düşkün sessiz, kimsesiz bir ressamın dediği gibi “be heeey, yedi memeli orrrossspuuuu!” Kiminin kavgasının şehri, kiminin yalnızlığının boğazından kurtaramadığı kanlı elleri... 

Pembe renkli pamuk şekeri... Güzel şehir... Çirkin yapılanan şehir... Tehlikeli şehir... Tarihi şehir... Masal şehir... Çamurlu şehir... Bol köpüklü şehir... Kültürlü şehir... Bohem şehir... Totem şehir... Yalnız şehir... Kalabalık şehir... İstanbul... 

Ah İstanbul; en deli entrikaları fersah fersah yerebatanlarında batıran cellât... Ah hem taşı hem toprağı altın olduğu halde sürekli değer kaybeden 24 ayarlık ayarsızlık... 

İs... Alnının ortasından vurulup yığılan cevahirlerin toplu mezarlığındaki yangın ülkesi... Dumanı sarhoşlukların en tehlikelisini ömre musallat eden hikâyelerdeki Kaf dağının ötesi... İs... Tanbul, kapkara bir isin, bedene yapışıp yazgıları kararttığı gölgelerin kenti... Noir bir issizliğin tatlı düşlerine dalınan ama hep mevzuuya Fransız kalınan kocaman okyanus... 

Pis... Pis köşelerinde kutsal bir saflık barındıran ve her kaldırımda müşteri bekleyen sakinleriyle aklın tüm kirlerini kafatasından arındıran yalınlık... Pis... Tanbul, her köşesindeki mikropların gülümseyen çocukluklarını aradıkları yaramazlık... ve bu kadar da olmaz dedirten aymazlık... 

Sis... Sislerin buluşma yeri kubbeler ve minareleriyle şaha kalkan yitik bir Osmanlı... Kalkıp gitmeler kendinden zamansız, zamanlı... Sisler dağıldığında gözleri kör eden büyülü aydınlık! Sis... Tanbul, dumanlar içinde dolaşırken kendine çarpıp, kendinden kaçtığın deli zikir... Ve hiçbir yazımda olmayan, on dördünde berdele gebe verilmiş o nazlı ve memleket kokan ana fikir... 

Sus... Suskunluğun kural olduğu her acı siren sesinde, Amerikanvari bir kovalamacanın yapay platosu... Sus... Tanbul, gözlerin daha çok bağırıp çağırdığı yaşamak devinimlerinde akıp giden çılgın nehir... Tüm şarkıların sustuğu saatlerde kendi notasız çığlıklarıyla her iki kıtanın her iki yanağını da evire çevire döven eski tövbekar kabadayı!...

Pus... Puslu camlarıyla; hep ne için beklenildiği bilinmediği halde beklenilen soğuk ve üzgün kahvehanelerde yitirilen... Pus... Tanbul, elde avuçta ne kadar hüzün varsa edebi kaygılarım nedeniyle öldürülen... Aşkın memleketi... Sevginin çamurlu cenneti... 

Süs... Süslü dilberlerin eteklerinde çalan cilveli ziller... Ve güller, saray bahçelerinden kanalizasyonlarına sessiz sessiz dökülen... Süs... Tanbul, ellerindeki bembeyaz kuğularını Haliç’in boklu sularında yüzdüren... 

Küs... Küskün insan hikâyelerinin dizildiği rengârenk yaşam abaküsü... Çarpım tablosu... Bölme işareti ortasından iki kıtayı... Küsüp gidilen düşlerin enkaz yeri... Küs... Tanbul, dilindeki acı tadı şarabın. Ve hiç affedilmeyen sabıka dosyası asırlardır... İstanbul, çok şeysin... Daha çok şeysin! Anavatanı rakının, vazgeçilmez bir uçma hissi aşırı yüksek rakımın...


Eab.

1 yorum: