28 Aralık 2010 Salı

BİR CON BİR DE EBE SONRA VEYN!

Sayesinde, posta arabalarına hep milli servetimizi taşıyan mabetlermiş gibi bakarak büyüyen bir kuşak olduk... Ondan sonra sadece bir takım Abaza entelektüelin katmerli gerdanlarında gördük; boynuna; geniş kısmı öne gelecek şekilde bağlanmasını, puantiyeli fuların... 

Hep beyaz şapka takar, sürekli hemeroid mağduru modunda yürür ve yüzünde asla değişmeyen, acı çekiyormuş gibi hazin bir karizmatik ifade olurdu. “John” adını onda sevdik hepimiz... Deli Dumrul, sosyopatlık derecesi gayet yüksek bir zıvanalık olarak hâkimken belleğimizde, günlerce at sırtında kahramanlıklara revolver yağdıran duruşuna kesildik... Hasta olduk! Hayran ve hatta... 

Atının, sert semerinden dolayı zarar görmüş olabilecek erkekliğinin keskinliğini asla sorgulamadık... Cüneyt Abi, henüz dünyayı kurtarmamıştı o zamanlar ve en bir tane erkeklik idolümüz bizzat kendisiydi... Umursamadık Vahşi Batının batan güneşine doğru atıyla ağır aksak siluetleşirken, apış arasında oluşması muhtemel egzamalı pişiklerini... 

Hatta onun yüzünden, sevdiğimiz kadınlara onun kadınlara davrandığı gibi davranmaya çalıştık... Ama biz sadece vahşiydik; batı kısmında sınıfta kaldık... 

Çocukluktan bir türlü çıkamamışlığımızdan kaynaklandı aslında kuşak çatışmalarından öldürücü yaralar almamız... Acil Rh (-) kan aranan anonslarında gençliğimizin, biz alnımızdaki ergenlik siğillerini patlattık; doksan altmış doksan formüllerinin kimyevi açılımlarını sıçratarak fayanslara... 

Fay kırıkları nedeniyle alyanslarla bağımız da posta arabasının kırılan tekeriyle birlikte tarih oldu... Pazar konserleri vardı sonra... Sonra konserveleri barbunyanın, dolapta... 

Bu nedenle iyi ebeveynler olamadık hiçbirimiz... Ebemiz sürekli taciz edilirken sistem tarafından nasıl John kadar Wayne olabilirdik ki zaten? Eşyanın tabiatına hatta tabiatın varlığına aykırıydı bu durum... Hava durumlarında balkanlardan gelen alçak bir basınç vardı; basıldıkça bas tonları beynimizde ishallere neden olan bastırılmışlıklarımız sonra... 

Legolardan oluşan tahta atlarımızın, tahtakuruları derin kemirgen izleri bıraktı diktiğimiz bütün ağaçlarda... 

Ve Pambık Pirenses ile yedi adet sağlıklı cüce nasıl ve ne şekilde kardeş kardeş takıldılar onca gün? Şarap içip her geçe derin takıldıktan sonra... Ne bir masal anlatabildik yavrularımıza orijinine sadık kalarak ne de hüzünlü bir hikâyeyle okşadık mis kokulu saçlarını gözlerimiz dolarak... 

Yedik; loş ışıklı masalarda birbirimizi çaktırmadan içimizdeki bütün cüceleri adam akıllı doyurarak... Ayaklarımız değdi birbirine kazara altından masanın, hep birden irkildik çünkü her an John girebilirdi bardan; tedirgindik... 

Akşam olunca hüzünlendim ben yine... Hasret kaldım kendi gözlerimin rengine... İngilizce öğrenmem lazım... Bütün tense leri bilmem şöyle sıkı şekilde... Present ile Future arasında “Kahire’nin Mor Gülü” tadında ecnebi bir eğreti ot varlığım... Herkesi sıçratıyor bu aralar diğer kefesinden terazinin; dayanılmaz ağırlığım... 

Külkedisi konusunda da son derece ciddi endişelerim var aslında! Ve en ciddi saplantım Kibritçi Kız hakkında; yanık oy pusulaları sağda solda bulununca... 

Kızılderililer hep ateş suyu içip kafası güzel çılgınlarken karşısında John’un, bir daha da bu Navajo’ya gelmem demişliği var mıdır omuz küsüp, alıp topunu giderek... Ne dudağını büzerken gördük onu, ne bir büllüğe eğilirken... 

Çocuklarımız usulca yaslayıp canlarını bizim yorgunluğumuza, “Hadi masal” dediler... Her birimiz kendi hikâyemizi anlattık... Unuttuk çirkin ördek yavrusunun aslında kuğu olacağını ilerde... Ve çizmeli kedinin grotesk bir sadist olduğunu kâğıt üzerinde... Yazıma son verirken özlü ve anlamlı bir sözle veda etmeliyim: 

“Bir elin nesi var, iki el çoook işe yarayabilir hayal gücün sağlamsa”...O zaman yaşasın John ve Ebeveynlik mefhumu… Me failüü… Onun bunun failüüü 

Eab. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder