29 Aralık 2010 Çarşamba

ÇOK SUKOV BİR PAZAR...

Aylardan puslu ve yaslı bir dolunay; gırtlağına kadar LPG ile doldurulmuş… Şukov’dan bi habermiş parmaklarımın lanet olası ucundaki tuhaf kederlerin sızısı… Ve belirtili sıfatın belirtisinin kuyruğuna, uçurtmalar eklemem okurdan koparıyor ve hiç bir biçeme ait kılmıyormuş beni… “Bana ne” dedim… “Biçemsiz bir çocuktum kendimi bildiğimden beri… Ben böyle iyiyim” dedim… “Kaçış” dedi işin eğitimini alan ve geleceği fena halde parlak genç eleştirmen bana… “E kaçıyoruuum, evet!” baktım, bakışlarında “Gördün mü bak, ben ne kadar da çok biliyorum!” zaferleri esas duruşta… Gülümsedim kendimden kendine… Kendindeki geçit törenlerinin ışıltıları gözlerinden zamana yansıyan kimlik kaygılı gence… 


Neden uydurmalıyız ayaklarımızı, bizim için özenle biçilmiş yorganların uzunluğuna? Kaldı ki cenin şeklinde yatmaya meylettirmiş hayat bizi öteden beri… Henüz gelmemişken bile dünyanın engerekli kollarına ve çetrefilli yollarına… Daha dün annemizin kollarında yaşar ve onun çiçekli bahçelerinde gerzek gibi koşarken Oidipus tan haberimiz bile yoktu ki… Normal sanıyorduk bu anasının eteği dibinden ayrılmaz kerata durumunu… Ve komşu teyzelerin eteklerinin yırtmaçlarından ya da yakalarının iki ucundan fışkıran kardan kadınsılıklarıyla fantastik porno eserlere imza atarken banyo ve tuvaletlerimizin yeşile çalan kahverengi küfünde… 



“Vatikan’dan bir yar gelir bizlere” evresel boyutlarında bir hal almışken memleketin kuvayi milliyeden bu yana; milli maçlarda hep cenk duygusu tatmini yaşanan komplekslerimiz var sanırdık sadece oysa… 



Neyse, aslında sen koktu akşamüzeri buralar… Buram buram, öylesine derin… Ne havada bulut olmak kesti beni, ne de bir vapurun peşine takılıp ta gitmek; başım sıra ve yelkovan kuşlarına fena halde tur bindirerek… 




Şarkılar bekledim senden fikrin sıkıntıdan çıldıran bekleme salonlarında. Aynı mecmuaya bin birinci kezdir yüz sürdü ellerim… Ellerim üşümüş farkında olmadan yalnızlığın ayıp taraflarını rötuşlarken; ayrılan bir çiftin gözyaşlarının boğumlarında… 




Deniz kokusunu çekti içim gömleğinin cebine; büyüdü dolma kalemimden firar edip gömleğin cebinde büyük bir kırmızılığa sebebiyet veren mürekkep… Kanadı sol yanı gövdemin… Göğsümün ucunda kan; adı çoktan faili meçhullere karışan… Uzandım seyrine yine düş sonrası kokularına; yağmurların… Yine devirdim bütün cümleleri ortasından sonuna… Başına ne haller getirdim canım Türkçe’mizin… Umarsızca bıraktım kendimi üzerine, senin gözlerinden dökülen bütün denizlerin… Ve sabretmemek lazım seni tanımayan kimsenin kalmadığı bu garip şehirde yağmur biter elbet diye… Sessizdi her yer bu gün… Sen Pazar’ dın… Uyudum! Çünkü çok Şukov bir pazardı… 


Eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder