17 Şubat 2013 Pazar

AÇI&ACI...


neyin kesişim açısı olduğu belli değil; artık soğumuş ve acı veren bir sevişmenin gölgesinin, gözlerimden sokağa düşen tanımsız eğrisinin...ansızın yağan bir yağmura tutulmayı bekler gibi beklemekten başka hiç bir şansı yok gözlerinin karasına rimelinin koyusu işlemiş yaşlı fahişelerin... parmak boğumlarımda karıncalar...ağustosa hazırlanan böceklerin neşesine fena halde gıcıklar...

ruhumun, etimle sıkıntısı var... her ikindide bastıran bir uykunun ayazı; şehrin cehennemi sıcağına meydan okuyor gözlerimin berisindeki saçma sapan arbedede... cellatlar bile utanıyor artık, bendeki zaman katlinin vahametine... nazlı bir sevda üflüyor kulakları kepçe kocaman gözlü küçük bir kız sabun köpüğü şişirdiği oyuncağının içinden...içinden nehir geçen bir şehrin debisi yüksek yerçekiminde çekilip kendime yok olmak zamanı sanıyorum doğan her sabahı....

ahı gitmiş vahı kalmış sokak köşelerinin dik birleşimlerine yenilmiş büyün yokuşlar bu şehirde...en büyük eğlencem, birinin tepesinden işeyerek taaa en dibine kadar süzülen sidiğimle yarışmak, ay ışığının aydınlatma sponsorluğunda... ve kimse bana bir oda vermedi... bir evim olmadı... meşhur filimde gözlerimi kör edercesine ağladığım o sahnede olduğu gibi...

her telefonum çaldığında, pacino başka bir kokuyu kavrayıp sert adımlarla yatırıyor dizinin kapağına...gerdanına burnunu sürüp, tüm kokusunu kadınlığının çekerek içine...öyle sevmek bir kadını...vahşi bir hayvan gibi koklayarak...inip kalkan göğsünün, göğüs kafesini zorlamasının büyülü buğusunda, tüm gribal enfeksiyonlarından garip bir şekilde uyanmak hatta...

özel bir gündü bugün...hayatımın en güzel gününün dokuzuncu yılını kutladım içime kanayarak sessizce...içmedim...sarhoş olup sermedim gölgemin neşesini milyonlarca zavallı ayak izinin eteklerine...simetrisi bozuk bütün bakışların arasında sıkışıp kalıyorum...yalan bakıyorsunuz diye bağırmadan hiç...hiç bir anlamı olmayan diğer günlerinden bambaşkaydı benim için bu gün... ilk kez uzaklarda olmanın çaresizliği iliklerimi emip tükürdü yüzüme...küçücük ve duru bir tebessümün yokluğunaydı aslında bu kocamana ve acımasız şehirdeki esaretim... kalbimden uçup uzaklara gitti sanki, hani beni devasa sarayların karşısında adımın anlamınca yüce kılan cesaretim...

sevme yetisini yitirebilir mi bir insan...sevebilmek unutulabilir mi?bir gözün içine kendi gözünün içiymiş gibi bakmanın sihiri yok olup gider mi tam da üç elma düştüğünde gökten...bunun iç acılarının toplamı, kaça böler aklın arapsaçına dönmüş aritmetiğini...

uyumak ve artık hiç uyanmadan günlerce düşüme uzanmaktan başka derdim yok sanki...dertsizliğimin en kevaşe hatırası bir çift turna...birlikte havalanıp yere ayrı zamanlarda çakılan...ha bir de kırlangıçlar göç ettikleri yerden neden dönmezler öğrendim geçenlerde... orada ölüyorlarmış, altı aylık uzun hayatlarının son anlarında güneş memelketelerinin kemşklerini ısıtmasınaymış o toplu ve histerik yolculuk...

Birbirine değmeden, çarpmadan nasıl bu denli düzensiz bir ritimle dolaşıyor İstiklal'de bu kalabalık...Hangi açıyla çiziliyor her birinin yörüngesi, bir diğerinin gözlerindeki acıya... bastırdığım hiç bir şey... ama hiç bir şey deva olmuyor artıkcanım kızımın kokusunun yokluğununda içimde açılan ağır ve kanamalı yaraya...

eab...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder