15 Şubat 2013 Cuma

KERTENKELELERCE KERTİLEN KERE...


Her baktığımda aynadaki görüntüme, öğürtüler oluşması içimin başkentinde… Anlamsız! Ne kadar çok pütür var yüzümde; her biri başka bir yaşam savaşından ganimet alnımın çizgilerinde? Gözlerimdeki bu korkutucu, sinsi ve saçma sapan ışık da neyin nesi? Nerede kaşlarım, aklımdan geçenleri yüzüme damıtmamda katalizör olarak bir ömürdür kullandığım…

Duvardaki ayak izleri bana mı ait? Yalnızlığın böylesinin ne işi var duvar çatlağındaki lekelerinde yürüyüşümün? Dikenleri etime geçmiş telden örgüler sarmışım saçlarına sevgilinin… Canımın acımıyor olması ne kadar da garip? Acıyan nedir peki? Acı ve ağrı arasındaki o sıratın tanımını kim yaptı ilk olarak? İşi gücü yok mu pencereden içeri süzülen gece yansımalarının.

Sıçradım… Yatağımdan sıçradım yine… Bu uykusuzluk öldürecek beni… Beni kafamın içindeki sarmallarla boğacak sanki uykunun bütün remleri savaş ittifakı yaparak… Yeşildi rengim… hiç sevmediğim nefti bir yeşil gibi düştüm suyun üzerindeki gölgemin içine…alnımdaki terler hangi sevişmeden ödünç bilmiyorum…ama ben..ama ben.. Yine sürünüyorum… Yavaş yavaş hem de. Hem de korkunç bir zevk alarak bu denli yavaş sürtünmekten karnımın üzerinde…

Pazartesi bu gün yaşam tesi planlarımı hayata geçirememe gün dönümünü kutluyorum yine bahçedeki bitkilerin bitkin damarlarından kahvaltımı emerek… Yazmaktan usanmış bir kadının yazdıkları geliyor sonra aklıma… Aklımda kalan yazmaktan sıkılması değil aslında bu başlık altında sıkıldığı yaşamına dair bir yerleşke beyninde kemirgen bir eziyetle hüküm süren…

Adamlar var başka başka yazar isimlerinden imler kurarak var oluşlarını ispata çalışan… Çalışan adamlar var ellerindeki nasırı nasıl gizleyeceklerini bilemeden aşk yolculuklarına çıkmak isteyen… Bir dalın sırtında öylece duruyorum uyuz uyuz. Dalın elinden bir yaprak düşüyor; bunca taze ve yeşil kalabalığın arasından sarıya kesmiş beti benzi… Çinli bir yaprak sanki düşüyor; tanrım nasıl bir salınıştır bu gökyüzünden toprağa, yaşamdan ölüme, bağdan uçsuzluğa doğru… Üç yüz altmış derece dönebiliyor kendi ekseni etrafında artık gözlerim… Ne güzel, ama bu insanlar neden benden kaçıyorlar… 

Virgülden sonra ama kullanmak militan bir tavırdır diye içeri alıyorlar beni, bir sürü işkence sonra… Beş hececilerin beşi birden beş heceye bölüyorlar beni… Ama çaresiz… Bölünen yerlerim yeniliyor kendini… Sürrealist anlatım bozukluklarımdan hüküm giyiyorum, kafamda giyotin; kuyruğumu yenileyince… Engizisyonun en sürrealistinde görüyorlar duruşmamı ve en gizlisyon besteler gezdiriyorum genzimde…

Hiçbir renk barınamıyor ben siyah denizimde… Yakamozlar bile ya açık ya da koyu füme… Bütün ruhumu saran tatlı bir esinti çarpıp duruyor yüzüme… Yüzümdeki çatlakların içinde gezinen böcekleri hissetmiyor kalbim… Evet evet. Kalbim? Kalbim nerde benim…

Sokaktan bir sokak köpeği geçiyor… Dağda takılsa dağ köpeği ya da yeraltı treni istasyonunda yatıp kalksa yeraltı treni köpeği olacak ya… Sokak köpeği… Sokak köpeği umursamazlığında yaşayabilsek kimi zaman bütün eş değer eylemlerimizde hep bir ağızdan… Onlar gibi becersek birbirimizi ihtiyaç arz ettiğinde… Sere serpe serilip yatabilsek en cilalı göğü delenlerin kapısının dibinde sallamadan door keeper olmanın apoletli üniformasından gururlu salakları…

Aynaya bakıyorum… Cronenberg ne kadar da kıro bir herif oysa hiç kimse bilmeyecek madam Butterfly’ı izlerken büyülenenlerden…

Birkaç isim daha yazıdaki etki ve yazandaki “aman yarabbim ne kadar da bilgili ve kültürlü” etkisini arttırmak için… Gustave mesela, hani şu Flaubert olan… Ya da daha karizmatiği canım, BAUDRİLLARD evet ta kendisi ve post modernizim… Ha ha ha ha… Postu deldirmiş bir memleketin postu en delik yerinden sürekli becerilen kalem nasırlı zavallılarıyız biz evet… Başka adamların adlarının yazılması farklı okunması çok daha farklı çekiciliğinde kaçıyoruz güneşin ultraviyole ışıklarından…

Aynaya her baktığımda daha çok çirkinleşiyor yüzüm… Ve her gece uykumda beynimi kemirgenlerin elinden kurtarmak için benimle pazarlık eden aynı aksakallı bilge kertenkele…

Eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder