28 Aralık 2010 Salı

MERMİ

hiçbir şey değil, bu çaresizlik öldürecek beni… sıkıştığım çeliğin soğuğunu etimin her hücresinde delirmiş bir ürpertiyle hissediyorum… sanki, buzdan bir kefene sarılı üşürken, yanık bir acı dans ediyor bedenimin her yerinde… sessizlik… bekleyiş…

çocukluğumu düşünüyorum… bütün parçalarımın yavaş yavaş olgunlaşıp birleşerek beni oluşturmasının sancılı sürecini… bir orman var mesela sürekli genzimde… genzimde, kanadından vurulup düşmüş bir güvercinin yağmurda ıslanmış tüylerinin kokusu… ellerimin ıssız çatlaklarının giderek tüm ruhuma yayılacak olmasının amansız korkusu…

bir çırpıda ölüp gitmek zor değil… beklemek, çaresizce beklemek en çıldırtıcı olanı… soğuk ve karanlık, dar bir borunun içindeyim… dudaklarımda, azgın bir şelalenin coşkulu öpüşlerine hasret bin yıllık çatlaklar…

sonra bir ateş fışkırmasıyla adeta tükürdü çelik bedenim varlığımı… önce, masmavi iki denizin ortasındaki bembeyaz bir kumsala saplandım… duracağım diye mutlulukla kendimi kumsalın kollarına bıraktım… ama giderek daha çok batıyordum kızılca kıyamet bir kırmızılığın karanlığına… maviler ve beyaz giderek geride kalıyordu… çocukluğum… en sevdiğim yasak yemişler… hepsinden giderek uzaklaşıyordum… arkadaşlarım… düşmanlarım… sevdiğim kadınlar… beni sevmeyen kadınlar… duracağım yoktu artık… hızım beni bile korkutuyordu…

sert bir kayaya çarpıp deldim hemen ardından… oradan yumuşak, pelte gibi yapış yapış bir bataklıktan geçtim… ben geçtikçe, geçtiğim yerler kararıyordu… ben öldükçe, nefesim peşimden ölüm yayıyordu… sonra yeniden sert bir yere çarptım ve sapsarı buğday tanelerini parçalayıp tükürerek dışarı çıktım…
aydınlık güzeldi ama burnumun ucunu göremiyordum, kırmızı bir bulut gözlerime oturmuştu… önce duvara, sonra da duvardan sekip, pencerenin camını kırarak bahçedeki ağaca saplandım… ağacın iniltisiyle durdum… artık burada yatacaktım… sonsuza kadar bitmişti varlığım… bedenimi yokladım… belden aşağımı kaybetmiştim… yarımdım artık… soluk almıyordum…her yanım yamulmuş, daha da çirkinleşmiştim…üzgünüm… ben.. artık… bitmiştim!
Ve sarı saçlı, mavi gözlü beyaz tenli kadın, kanlar içinde yere yığıldı… karlar içinde bir çiçek gibiydi oysa onu alnının ortasından vuran adamla ilk göz göze geldiğinde… kaç defa öldürebilir insan sevdiğini… insan kaç defa öldürülebilir sevdiği tarafından… kan gölünün ortasındaki kadının başucunda diz çöken adam, silahından çıkan merminin hala sıcak olan kovanını alıp, hiç umursamadan avucunu parçalarcasına sıktı… ağlıyordu…

avucundaki kovanın közü değildi gözlerinden boşalan acının nedeni… namus dedikleri canavara kurban ediyordu sevdiğini… sevdiğinin alnından öpmüştü bu defa, namlusundan çıkan bir kurşun, namusu uğruna… uğruna, her şeyden vazgeçtiğimiz bütün öldürülmüş ruhlar anısına… bir dakikalık kaygı duruşuna davet ediyor zaman hepimizi… hadi, kaygılanalım o halde… çekirdeksiz merminin, anadolu’da bir meşe ağacının gövdesindeki naaşına…

eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder