28 Aralık 2010 Salı

kozmik ibnelik!

I ıh… kozmik bir ibnelik var bu işte kesin… evet evet… var… çünkü merdiveni gökyüzüne doğru uçuyor gözlerinin… fersiz bir nefer gibi bakışlarımdaki kutup ayazları… tırmandıkça, aşağı doğru gidiyor hikaye… hadi bir otuz beşliğe binip, otuz beş kere daha uykusuz kalıp sevişelim öyleyse… sonra kadere filan bok atıp, kendi yollarımıza uğurlayalım, tenlerimize hapsettiğimiz kokularını terlerimizin…

artık sokak aralarında ciğerlerine envai renkte zehir çekme pahasına bakır tabakları kalaylamıyor kalaycılar… sırtındaki endazesi çoktan en taze bir dilberin belindeki oyukla kaçmış terazisiyle yürümüyor yaşlı bir yoğurtçu… eskiciler, yeniyle birlikte yenik düşmüşler rejime… rejimde sanki bütün sokak kedileri, ölesiye cılız ve aç… mahalle maçlarında gol krallığının kesin favorisi yoksul çocukların hepsini toplayıp itlaf etmiş büyük şehrin büyük belediyesi…

monet renklerini kıskanırdı şüphesiz, güneş düşünce tenindeki bronz palete… gözünün ucundan giderek büyüyüp, okyanuslara kaçan ılık bir damlası hüznün… çetrefilli ihanetlerin koynundan yeni çıkarmışlar seni… kundaksız bir bebek gibi kokuyor boynun… kirlenmiş bir kuğu gibi bakıyorsun denizin gözlerine… hala ölen gazeteci cesetlerinin üzerine örtülen bir magazin ekindeki bulmacaları çözüyor yenikliğim… soldan sağa, sağdan sola üç harfli bir sıradanlıktan başka bir şey değil meali yüksek kişi olan adım… yine ekşimiş, akşamdan kalma kadeh diplerinde ağız tadım…

saltanatını yıkıyorum bütün acıların umarsızca… acıları yıktıkça başka acılar çıkıyor karşıma, düşmemek için tırnaklarımla tutunduğum… acıyor canım, zalim ateşler içinde dört bir yanım… sen, kristal bir aynanın karşısında soyunuyorsun üstündeki bütün kirlerinden… hiç bir heykel traş belindeki gamzeleri oyamıyor şehvetle… ay bütün ışıklarını toplamış, sinsice pencerenden sızarak çıplak bedeninde empresyonist haylazlıklar peşinde koşuyor… bir yıldız kayıyor gökyüzünden… bin parça çocukluk düşüyor yorgun ve kırışmış yüzümden…
denizden kaçan bir rüzgâr saçlarından sığınma hakkı talep ediyor… mülteci bir güvercin düşman bir sınır dostunun dikenli tellerine kanadından takılıyor… beyaz, kırmızı bir yağmurla ıslanıyor… meyhaneci, yorgun bir şekilde ayağa kalkıp, gramofonun bininci keredir takılan iğnesini yeniden düzeltiyor… benim canıma iğneler batıyor…

artık kağıt gemiler yanaşacak masum limanlar bulamıyor… hiç bir köy meydanı, taş fırından çıkmış taze ekmek kokmuyor... uçurtmanın kuyruğunda konserve tenekesi, bütün yamalı çocukluklar isyan edip ağlıyor… merdiveni gökyüzünden düşüyor gözlerinin… sadece bulutlar kalıyor… bütün arkadaşlar vakitlice kalkıyor… pencere… boşlar… ben! Ve yine adıma kesiliyor fatura, hep böyleyim nafile haybeden kaybeden bir ben…

ikindiye müteakip üçündüler diziyorum ak boynundaki vadilere… dilimde damağımda takat kalmıyor, susuyorum ecnebi ve hazin bir kederle… keremle karşılaşıyor çaresizliğim, mecnuna  içleniyor zavallı deliliğim… gün yorgun argın doğrulup geceden, hızla kaçıyor en tehlikeli heceden… boşları topluyorum… ben topladıkça, dolular boşalıyor… şiddetli geçimsizlikten İstanbul yedi tepesinden birden boşanıyor…

dudağındaki çizgiler, bütün gülüşleri birbirine bağlıyor… her gün… hep… aynı şey oluyor… kozmik bir ibnelik var bu işte… kurgucu, senin gibileri neden hep benim gibilerin hikayesine bağlıyor…
eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder