ve eşeledik yine gözlerinden akan irinlerini şeytanın… her seferinde öpülesi zehirli bir dudak sürdü gözlerimize iblis… nerden gelip nereye giderken takıldık ağustosu hapseden sınırların dikenli tellerine… ağlayarak bakarken herkesin bildiği dili bilmeyen bir ana küçük kızının kanayan ellerine… hangi paragrafın başında dursan kaçacaktı çaresiz… firarı başlamıştı geceden ay ışığının… erkenden kalkıp gitmeye meyilli bir koku genizin canına okurken… bu türlü huzurlu ve beyaz ölmek için vakit, tahmin edemeyeceğimiz kadar erken….
öldürdüğüm aslında aynada, hiç gözümü kırpmadan bir çırpıda; kendimden başkası değil… başkası değil yaslandığım en karanlık duvarlarına… kaybolmaya dair bilmecelerin arasındaki siyah kutuları karalarken ömrüm, yukardan aşağı çok harfli bir sızının karıncası ağustos böceğinin pişman bir şekilde kapıyı çalmasını bekler…. uzun ve biri diğerinden bağımsız cümleler kuruyorum… yağmur yağdıkça ben anlamsız ve acayip bir şekilde kuruyorum…
yalnızca uyumaktan başka bir derdi yok oysa, bütün gece çalışan zavallı orospunun… yosmanın anlamına bak diyor ağır bir abi internetten… netlik ayarı öteden beri bozulmuş bir sultan Ahmet sabahında ben , kuş tüyü bir banktan yavaşça doğruluyorum….doğruldukça, kamburum daha da çirkin kılıyor beni… ben bütün batakhanelerinde günah kentinin, değil beş vakit vakitli vakitsiz habire kılınıyorum…
bir zindan örüyor her adım attığımda gözlerimin pusundan deli fişek bir duvarcı… hay amına koyayım… nedir lan bu kadar kırmızı… bu kadar alaycı… bu kadar can yaka acı… birilerinin yerine koyuyorsun başka birilerini… ama bilmediğimiz, hiçbir başka biri önceki birilerinin yerini tutamıyor… sonra bir okyanus çiziyor kara kalemle çirkin ve zayıf bir ressam… daliden icabet alıyor, her fırça darbesi suratıma tükürürken öfkesini gecenin…
sonra hep yek… yalnızlığın izdüşümüne bir kapı alıyor kara kız… yalnızlık izden düşüyor… siliniyor… başka bir kapıda dilenirken görüyor mahallenin koca karıları…. Artık aklın kozalarındaki vıcık vıcık yapışkanlıklar dolayısıyla bal yapamıyor kraliçenin kölesi erkek arılar… petek dokulu bir sonbahar, çiçek kokulu bir ter damlasıyla imha oluyor… olağan suçlular gibi soyunuyoruz en gereksiz yerde hain bir yılanın engereğine…
dörtten ikiyi çıkarıyoruz… onlar yola çıkarken baygın bir halde, biz sadece bir kişi kalıyoruz… hepiz… ve yekiz… yekten ısırıkla karışık öpüşünü dudağına yapıştırmak lazım yosmanın… yosmanın dudaklarında lila rengi bir meteor… santimetre santimetre ruhun özüne doğru sinsi bir şekilde yaklaşıyor… yaklaşan meteor aklımıza çarpıyor… milyarlara bölünüyor düşünce… açık pencereden toz zerrecikleriyle sevişerek geceye karışıyor her bir parçası sonra… sonra bir kalıyoruz… hep… ve … yek…!
eab.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder