belli aralıklarla iki defa titredikten sonra üç saniyelik bir kesinti ardında tam olarak beş saniye iki salise aydınlık ve ardından birbuçuk dakika kırk iki saniye altı salise karanlık… sonra yeniden… sonra yeniden… hiç şaşırmadan…sokağın köşesindeki sokak lambası, aydınlatma eylemindeki düzensizliği düzenli bir otonoma dönüştürmüş… sanki, aydınlık ve karanlık arasında karar değiştirip duran, tedirgin bir suçlu gibi… suçun ve adaletin terazisindeki gramajlarla oynayan bir afacan yada… ya da sadece bozuk! En net ve doğru ihtimal de bu… dibinde duran gölgemi bir karartıp bir aydınlatırken, Hitchcok tadında bir aura nakışlıyor varlığıma…
varlığım, yokluğum nedeniyle taamüden kedi tekmeliyor… kedinin devirdiği çöp bidonunun hemen akabinde, dördüncü katın kuzeye bakan penceresinin muhtemelen kırk mumluk ampulü yanıveriyor… kılı kırk yaran gözlerim, yaralı bir evliliğin feryadını dinliyor… adam kadına küfrediyor önce… kadın çığlıklar savurup saldırıyor… adam tekmeyi rahmine basıyor… kadının çığlığı düşük yapıyor… biri kız ikisi oğlan üç küçük çocuk ağlıyor… anneleri, onurunu bacakları arasındaki kandan nehirde gözleri önünde boğuyor… babaları, izlemeleri yasak olan şiddet dolu bir filmin acımasız katilini oynuyor…önce ses, sonra ışık kesiliyor…
iki bina ilerideki zemin katının geçirgen perdesinden kırmızı bir ışık süzülüyor… barışma seksi başka bir evde çığlıklarla başlıyor… önce bir taksi geçiyor… beş vakit namaz bıyıklı yorgun bir amca direksiyonda, işi ile inancını ayırmanın aydınlığıyla oturuyor… arka koltukta, konstramasyondan bitap düşmüş rimelleri gözyaşıyla sevişen geçkin bir assolist oturuyor… azı solist, çoğu et olan varlığını içinden tükürmek için hızla geçen taksinin penceresini açıyor… ayaklarımın dibine tükürüyor… görmesin beni diye iki adım geriye çekiliyorum…
azı dişim yine azıyor… azımı da , dişimi de, etini de öldürmek için dişinöl’ü ağzımın içine boca ediyorum… çoğum buna isyan ediyor… azım inadı kesip uyuşuyor… ağzımın içi şimdi paslanmaz çelik… tam zamanında lamba yine karanlığa kesiyor, ekip otosu beşinci defadır aynı karanlık esnasında yavaşça geçiyor… memurlardan biri düşünceli, oğlanı da alıp onu terk eden karısına hasretini öğütüyor… Diğeri kıdemli, tabliyot gazetesindeki resimli çengel bulmacanın yuvarlak içindeki harflerini bulmaya çalışıyor… ekip salına salına gözden kayboluyor…
saatime bakıyorum… tam olarak 05:08… nefesimi tutuyorum… beklediğim gölge sonunda köşeden beliriyor… yavaş, yorgun ve hafif yalpalayarak bana doğru yürüyor… “yine içmiş pezevenk!” diye içimden mırıldanıyorum… Sokak lambası iki küçük titremesini gerçekleştiriyor… gölge giderek yaklaşıyor… şakaklarımı iki yanından iki çengel sanki kulaklarıma doğru çekiyor… alnım geriliyor… aklım deliriyor…
gölge, bir buçuk dakikalık sokak lambası karanlığının sonsuza dek ölümü olacağından haberiz bana; azrailine doğru yürüyor… Kırmızı ışıklı zemin katına bakıyorum… ışık hala yanıyor… elimi belime atıyorum… bacaklarım titriyor… dilim damağım kuruyor… yukardan yolunu şaşırmış bir martı, çığlıklar atarak denizini arıyor… gölge önümde duruyor… başını kaldırıp gözlerini zorla aralayarak gözümün içine bakıyor… gözleri iki kızıl çukur… ellerini iki yana açarak tuhaf bir şekilde gülümsüyor…”Hadi!” diyor…”Hadi, bitir artık bu işkenceyi, bitir lütfen orospuçocuğu!” diye bağırıyor…
çekiyorum horozu, basıyorum tetiğe… ı..ıh..ışık sokağı aydınlatıyor… adam düşerken gölgesinin üzerine, ilk kez tam olarak yüzü görünüyor… eğilip bakıyorum… korkuyla geriye sıçrıyorum… ben yine kendimi öldürüyorum… ben bu can alan meleklik işini artık bırakıyorum…
eab…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder