ne kadar daha bizansın ay ışığının altında, kentin çamurunu tüküren yağmurlarla arındıracaksın yorgun bedenini kardeş?...kaç nefes daha, içine çekince dışına aklının devasa siğillerinin irinlerini fışkırtacak? Kaç defa daha, “bu diğerlerine benzemiyor be abi!” diyerek öbür yarısını arayarak çürüdüğünü fark etmeyen bir elma yarısı olarak düşeceksin, yerçekimsiz fikrime gecenin en anason kokulu saatinde?
daha ne kadar, İstanbul’un karla karışık yağmurunda, her yeri kanatılmış bakireleri sarıp sarmalayacaksın yüreğinle be can? Ne kadar ileri gideceksin, ömrünün belgeselini sekiz nokta iki mega piksellik bir fellini akortsuzluğunda, sperm kurusu peçetelerle pencereden şehre savururken… kaç tane daha hamam böceğine, kuru iklimlerde daha mutlu olabileceklerini anlatıp; ikna edeceksin uzun uzun…
kaç kadınla yatacaksın? kaç kadını kadınlığına uyandıracaksın? Kaçla kaçı toplayıp, kaç gözyaşından çıkaracaksın? Daha ne kadar yorganına göre uzatılmamış bir ayağın yorgunluğuna yaslanacaksın? ne zamana kadar içine içine yaşlanacaksın? Ne kadar daha kalabalık yalnızlıklarda kendi bayramyeri panayırlarında pamuk helvanla kırılan kafatasının kanını durdurmak için yarana şeker basacaksın…
kaç kere bir ayseldir tutturacaksın… kaç fit derininde azgın bir selin, etini ruhundan sıyıracaksın…daha ne kadar, yanında tanımadığın bir ten ile uyanacak, aynaya baktığında sadece üzerindeki yoksulluktan utanacaksın…ne zaman yanacaksın kardeş…ne zaman korlanacak, ne zaman küllenecek ve küllerini lodosa savuracaksın… ne zaman düştüğün her denizde, döküldüğün her toprakta milyonlarca yeniden doğacaksın…
daha ne kadar, sabahın beşinde, bir şeyleri kendine dert etmiş kavgalı fikirli kel adamlara katlanacaksın… kolundaki omurganın silik kısmını ne zaman tamamlatacaksın… ne zaman düşüncelerimizin omurgasızlığını ortası çatlak bir tebeşirle onaracaksın…
ikibinikiyüzyirmiyedide senegalli mouammed’in evriminin en beyaz renginde okunacak mı esamemiz be kardeş… yada, kaldırabilecek mi o zaman insanlığımızla yüz yüze gelince, midemizi bulandıran düzeni mesanemiz?... marx’ın engeli olmasaydı, engellere takılmaz mıydı manifestosu… ve festo sosunun yeşilliği doların adiliğini çağrıştırmaya devam eder miydi, iki yana açık bacakları yıldızdan sızan ışıkta parıldayan bir dilberin gözlerinde…
kardeşim…
söylesene, yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımızın kodlarını deşifre ederken ben, haybeye kelime tahrifatlarımın molozlarını nereye dökeceksin sen?... ve bir ten daha… başka dilde on, ana dilimde dilsizliği anacığımın… gözümün ucunda en karasından bir fatmanın öpücüğüyle uyanırken, boğazkesenin boğazı kesen ayazında…
açık pencereden efil efil bir imbat, yedi tepeli şehrin tepeleri arasında izmir’ini arayıp duruyor çaresizce… biraz bakıyorum arkasından kardeş, kardeşimin ağrısı canımı yakıyor nafile… daha ne kadar, uykusuz kalacağız be kalbi sırtında onurlu kambur… daha kaç Esmeralda’ya içimizin güzelliğinden bu kadar çirkin ve korkunç bir yüze sahip olduğumuzu sonelerle anlatacağız…
ne zamana kadar, kendimizi kurtarmaktan ümitsizce birbirimizi kurtarmak için delice çabalayacağız… ben ne kadar en değerlimi sana emanet edeceğim sanki yarın ölecekmişim gibi… sen kaç defa daha “ ya abi, bir sktirgit şuradan” diyeceksin… hiç kimsenin bir bok anlamadığı yüklemi sadece ikimizde gizli cümlelere sıçana kadar kaç defa daha güleceğiz seninle…
kaç defa daha ,her gelen yarin sevinciyle, yar sanrısıyla bizi terk edip, sevdanın zehrini içimize zerkedip giden afeti dilberlerin gidişinin hüznüyle sarmaş dolaş yığılacağız…salla be kardeş, içelim hadi şerefe… jeeeeeeeeeeemmillllllll……….. bir kadın önce gözlerine sonra dudaklarına bakıyorsa sadece iki ihtimal vardır... ya seninle delice öpüşmek istiyordur, yada dişinde yeşil bir şey kalmıştır, rakının yanındaki salatadan yadigar jemillll.....:)
eab.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder