17 Şubat 2013 Pazar

LANCELOT'UN GRAMOFONU


eski bir gramofonun iğnesi geziniyor bedenimde… canım yanıyor benim; acelesi yok gezintideki ucu kanlı iğnenin… lancelot’ un iğnelemelerinden sıkılsa da uzun sakallı lear; lirinde gezdiriyor parmaklarını sıkarak, apse yapmış dişlerini… lancelot, soytarısı bütün krallığın… kralın soytarıyla yüz göz olması ne mümkün… safiye ayla dönüp duruyor olanca endamıyla odanın duvarlarında, gramofonun helezonik boğumlarından süzülerek…

İstanbul şehrine gölgesi düşmüş gözlerinin… öpüşün boğazda dalgakıranları un ufak etmiş bir yarısında gecenin… dilleri ayrı, dinleri ayrı, hikayeleri ayrı bir adam ve bir kadın; hiç bilmediğim… aynı gecenin aynasında üç saat konuşmadan sevişirken sadece gözleriyle; varoşta bir rahme ensest bir hayvanlığın tohumu düşere belki de… gelecekte memleketin ileri geleni olacağından habersiz… Bütün ileri gelenler, biz geri gidenlere karşı inceden bir kızgınlıkla ısırıp durur dudaklarını… yeni bir tramvay daha raylar üzerinde çıngıraklı yılan gibi yavaşça çınlarken…

Sonra sarhoşluğu böylesine bir aymazlığın…çay yerine kırmızı şarap..nel yudumlamalar bilerek yada bilmeden…krallar arayarak parmağımı burnuna sokmak aslında derdim… lancelot yüceliğinde dolamak dilime sonelerce ironiyi en sivrisinden göndermelerle…

aslında meselenin aslı, sartre’ın bir gözünün diğerine olan uzaklığı… içteki tanımların yüklem ve özne uyuşmazlığı hikaye… hadi diyelim ki bir rahibenin kutsallığında bozmuş olsun bıyıkları yeni terlemiş kasabın çırağı memet… hadi diyelim ki, binbir gece masalının bin ikincisine gebe oluşu ölümün uykusuzluk probleminin nedeni… Ve hadi yine ekleyelim ki, bir kavganın neferi olmayınca manasız buluyoruz kendi varlığımızı evrende…

delikanlı, arkadaşına diyor ki;

böyle öğretilerden sıyır kendini, utandırma beni… tuhaf tuhaf bakıyor, esasen gerçek anlamda deli kanlı olanı… neden Türkçe söylüyorsun o halde bunu bana diye soruyor kendisine nasihat eden dostuna… anlamadım diyor önceki… anladığında utan benden diyor sonraki… öncekinin sonrakine hükmen değil, bileğinin gücüyle galibiyeti için bir çok el ateş ediyoruz sevinçle gökyüzüne… gökyüzünden iki yıldız, üç güvercin, bir de yamalı uçurtma düşüyor…

gramofonun iğnesi beynimin bütün hücrelerini delik deşik ediyor… kürdili hicazkar dökülüyor ince sicimler halinde düşünceler tasına kafamın… kafamın tası atıyor… nabzım duruyor… İstanbul orada öylece, buğulu bir rimel sürmüş gözlerine, içime bakıyor…

ve çıplaklığını kahkahalarla bağırdığı için kral, lancelot’u engizisyon çarmıhlarında meşe odunları nezaretinde cayır cayır yakıyor…

Eab.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder