Boşluğa içindeki bütün renkleri umursamaksızın kusmak eyleminden başka bir şey değildir yazmak… Yazamak, aslında yaşamak eğrisinin en afili rampasını işaret eder kimi zaman… Kimi zaman, kimin gelip geçtiğini umursamaz gönül, olanca deliliği nedeniyle… Mağrip, çoktan biyoritmine kapılmıştır esasen yitirilen tüm bekâretlerin… Ellerini ovuştura ovuştura hangi kelimelerden kursam acaba aşkımın derin felsefesini derdinin heyecanıyla vurulup köşeye yığılmıştır şair…
Tutuklamaya geldiler gecenin en kuytu yerinden beni… “Düşenmek” adında anarşik bir kelime doğurmuş beynimin salyalara boğulmuş kirli rahmi… Anlamını sordular… Düşünmeye üşenmek deyince sevindiler… Sevindirici gelişmeler oldu öğleden sonra… Pamuğa sarılı kuru fasulyeleri yeşerip orman oldu çocukluğumun… Tema’dan ödüllendirilmiş tematik aşklar ormanında papatyaların saldırısına uğradı sonra kırmızı başlıklı kız… Başlığı günden güne arttırılan döviz kuruna endeksli Güldünya’nın cesedi bulundu bir gurup toprak solucanın midesinde… Kına zehirlenmesinden müşahede altına alındıkları bir sırada…
Rakıyı döküp balalaykanın tellerine, dilimi parçaladım mezesizlikten sonra… Gölgeme anlatıp dururken en fiyakalı rakı masası hikâyelerini, hançeresini hançer kullanmadan yırtarak acısını ağlayan Vysotsky’nin Vlademirini ekledim kadehe… Sektim, bulanıp sekmeye başladım sonra…
Güncel entarilerinden sıyırdım canımı… Cansızlıktan başka her şey yalan konulu kısa bir filmin aklımdaki uzun etkilerine şaşırıp kaldım… Bir gurup kelime bir araya gelip terör yaratırken edebi akımların elektrikli sandalyesinden kaçarak; ben camda can veren her yağmur damlasının yanağımı yakmasına içerleyip durdum sessizce ağlayarak…
Kulaklarımda köze dönmeye pek niyeti olmayan har kıvamında deli deli bir ateş… Çevremdeki sinekler bile auramın tozutmasından muzdarip ve çilekeş… Seneler geçmiş dönüp bakınca geriye… Geriye doğru gittiğimizin farkına ancak daha ileriye doğru koşunca varmamız en acıklı hikâyesi Yeşilçam’ın… Çamların bütün iğneleri tek tek sırtıma düşüyor şimdi… Sırtımda Notre Damme’ın kamburu…
Bahar geliyor ne hoş… Ne hoş, polenlerini boşalacak yer arayan çiçeklerin işveleri… Kuşların göçtükleri sıcak ülkelerden geriye göçmek için çırpındıkları hazırlık evreleri… Ve bir petek bal için ömür tüketen zavallı arıların, kraliçe arıya dair zehirli cilveleri…
Meydanlarda bayrak sallamaya palazlanan ergen eller… O eller tarafından patlatılan irince siğiller… Savaşlardan bi haber ekmek kuyruğunda düşen bombanın altında kalıp can veren gariban siviller… Ney sesi duyuyorum bazı geceler beynimin kıyısında… Kıyı kıyı korsanlaşıyor düşüncelerim, legal olan her şey dikiliyor ürkerek karşıma… Ne zaman bu kadar büyüdüm ben ulan? Ne zaman böyle kaba saba, küfürbaz ve kavgacı bir adam oldum ben? Ne zaman böylesin kadın cesedi toplandı yüreğime? Kaç aşkı, kaç aşkın güzel kokulu yârini katlettim ben?
Kalkıp gitmek zamanı geldiğinde, en güzel yapması gereken şeydir insanın: gitmek… Ardından bakılıp bakılmadığının bile umurunda olmadan… Sürümeden ayaklarını, adam gibi; erkek gibi yolu tabanınla döve döve yürüyerek gitmek… Geldiğin yerden, gittiğin yerden, gideceğin yerden gitmek… Atlasta yer bulamamış bir yerden, tarihten silinmiş başka bir yere gitmek… Kendinden… Aslından… Şahsından… Varlığından… Defolup gidebilmek…
“Anlamıyorum” der kadın… “Olsun!” diye cevaplar adam… “Her şeyi anlamamız gerekmez ki… Düşünmemiz uzun uzun… Düşenmek tehlikesiz bir kelime olarak aklandığından beri… Gerekmez, düşendiğimiz bütün kavgaları rüyalarımızda süslemek… Gerekmez…” Kadının dudaklarına uzandı adam… Uzaktaydı dudakları kadının… Adamın dudakları kuru ve çatlak… Kadının ki ise defalarca öpülmüş, nemli ve ıslak…
eab.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder