Açmazlarından sıyıramadım kalbimi... Böyle deli, böyle dengesiz ve ritmi bozuk çarpıp durması sanki beynimdeki bir sürü yarım kalmış cümlenin aklın duvarlarında patlaması gibi... Ne kadar uzaklarda kaldı oysa çocuk olmuşluğum... Bir gün özleyebileceğini düşünmediğin ve yaşarken geçsin diye deli bir sabırsızlıkla çırpındığın serçe ömrü güzel günler... Aslında çoktan bittim. Bittik hepimiz, daha başlayamadan hikâyelerimizde... Böylesine histerik bir telaş olması ondan gözlerimizde... Durgun bir gölde sektirdiğimiz taşların yarattığı anarşidir sadece yaşamak... Yalın ayak yürümek karların beyazlığını huzur sanmanın zavallılığıyla...
Zavallılıkların damladığı tarihi sunaklardır belki de ömürlerimiz; muhtemelen bir Alaman tarafından başka bir ecnebi diyara kaçırılacak olan... Olan biten tam burada, gözümüzün önünde oluyor ve bitiyor taklidi yapıyor. Ama biz ne olanı ne de biteni edilgen bir insani duruşla karşılayabiliyoruz. Bütün çeklerimiz karşılıksız çıktı oysa gerçekler parantezindeki. Hep yalan söylediler. Sana, bana, ona... Hatta bilmediğimiz hiç öğrenemeyeceğimiz diğer tekil ve çoğul şahıslara... Çoğul mimikler olduk sadece sürüye yakın, koloniden farklıca...
Rast gitmeyen bir sürü fikir yakaladık benliğimizin bulanık sularından. İyi huylu habisler gezdirdiğimiz için beynin kıvrımlarında müebbet hapisler verdi yargılayanlar sonra. İçerde çürüdük; parmaklıksız, karanfil kokulu sigara yanıkları olmadan... Hiç karizmatik değildi adi bir suçlu gibi sere serpe ranza saadetimiz. Yoktu çünkü ne ranzamız ne hücremiz ne de prangamız. Ne gökyüzüne bakıp hasretle dizdik tüm sevdiklerimizin resimlerini hayalimizde yan yana ne de şöyle içli bir türkü tutturduk mahpushane damlarında... En delisiydi yani içlerinde mahkûmiyetimiz... Kayıp kuşak dediler bize... Ve bir gün bile duvarların içinde tutmadan bağlamadılar hiçbir gelinin bekâretinin beline...
Bir şey anlatmalı mıdır kelimelerce çekilen derdi hayatın? Bir yazı mevsim kokmalı mıdır? Bir amaç gütmeli midir yazarken içimde dolaşan akyuvarlara ezelden düşman militan alyuvarlar... Ne zaman anlayabilir ki hemoglobin kardeşliğini aslında konuşamayan kavramlar. Akyuvarın varlığı değimlidir ya da adını almasını sağlayan alyuvarların? Karşıtımı seviyorum. Düşmanım benim her şeyim... O olmazsa ben nasıl taraf olacaktım ki? Taraf olmak ne demektir? Hangi tarafta hisseder insan kalbini esasen...
Esasen esans kokardı rahmetli dedem hicaz hicaz... Nerden bilebilirdi ki yıllar sonra küçük torunundaki jazz doğaçlamalarında canına okunacak tüm değerlerinin mecaz mecaz... Fiilen
fiziksel ızdıraplara atarken ruhumu, en çok bedensizliğim acıtıyor şimdi beni. Benim acıması. Benliğimin ben kavurdukça ünlü bir gurmenin tarifindeki beşamel kıvamını bir türlü tutmaması...
TDK’nin aranılanlar listesinin başına koymuşlar adımı. Adımın taşıdığı başıma da ödüller. İllegal kelimeler bulmaya çalışmak en tehlikeli suçum. Zengin bir dilin ameleliğini yasaklamışlar varlığıma, ben bunu unutmuşum... İçlevsel adlı kelimemi düzeltiyor eskisiyle redaktör. Deliriyorum oysa işlevselliğini fark edemeyen bir kelime düzeltirin benim içlevsel’im karşısında. Uzanıp alıyorum buzdolabı kolisinin yayılmışında vücut hatları çıkmış ihtiyarın elinden etiketsiz şarap şişesini karanlık sokağın birinde. En temel hakkı olan seçme hakkı elinden alınıp başkasının nüfuzuna geçirilmiş olmayı hazmedemiyormuş adsız alkolik amca. Bir yudum köpek öldüren alıyorum şişeden. Hiç bir köpek ölmüyor, ağır yaralı içimde...
“En çok bu zamanlarda insan sanırdım kendimi eskiden” diyor
“Neden?” diyorum.
“İhtiyaçları olurdu çünkü işaret tırnağımdaki mürekkebe...”
Kahkahayı basıyor sonra şişeyi dişleriyle ısırıp çekerek bir fırt şarabından. Ben anlamamış gibi yapıyorum. Biraz daha anlatsın da size yazayım diye. O hiç umursamıyor anlamamışlığımı, manzara lebi derya...
“Üç oda bir salon!” diyor.
“Hııı?” lıyor cehaletim.
“Hayat” diyor.
“Peki” anlamında sallıyorum başımı. Başım ağrıyor. Açıklamıyor. Şarap hep başımı ağrıtıyor, anımsıyorum. Yorumsuz kalıyor. Kalkıyorum. O hala koliden kanepesinin üzerinde oturmayla şöyle bir uzanma arasında kalıyor. Yağmur yağıyor. Seller sokaklardan değil gözlerimden akıyor. Arap kızı şeriat kanunları nedeniyle kezzaplanmış kör gözleriyle cama doğru seyrelip el yordamıyla buluyor. Ama bakamıyor. Baktığını sanıyor. Benim gözlerimi göremiyor. Gözlerim onun ki kadar kör şimdi asla bilemiyor. Ustam ölüyor. Ama düzen fena kapitalist; beni kullanarak onun yağını da balını da bana sattırıyor.
Ne zaman büyüdük ulan biz. Koca jenereasyon jeneratörsüz nasıl ışıldadık böyle? Hiç kimse bilmiyor.
Eab.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder