28 Aralık 2010 Salı

attack...

gözyaşlarını akıttım kimliği belirsiz bir herifin yazdığı ecnebi masaldaki bakirelerin… orman oldu, kurak gözleri küçük İsa’nın… İsa, beş kardeşin en büyüğü ama küçük… daha 10 yaşında… kırmızı başlıklı kızı hayal etme zamanlarında, kırmızı dişlerinden kaçıyor sokaktaki kurtların… çocuk aklı işte, nereden bilsin saldırgan ayazını kahpelerle dolu sokakların… o en onurlu işçisi, ağırlığımı hep beş kilo eksik gösteren tartıların…

en deli kıvrımlarla, saçında zamanı dalgalandıran bir sarışın yalnızlık şimdi, bardakta kıvranan alkol… kollarından pençelenmiş bir duvara ay ışığı… ışıksız bir odanın devlet grisinde bembeyaz bedeniyle yanıyor içimdeki küçük kadın… tanrım, bu ne huzur gürültünün özütünü çıkardığında kafası fena halde güzel fahişeler… aslolanla hiç olmayan arasındaki merkez kaç kuvvetinden kaçıyorum aslında… aslında ne aslı var içimden geçerken bıraktığı ayak izlerinin ne de astarına gizlenmiş bit yenikleri…

gamzeleri varken içine çamurlar dolan göz çukurlarıyla bakanlar yaşama… yaş ama kuruyu da her fırsatta kendisini yaktığı için sürekli nefretle anan tozlu bir hatıradan kalan… sol yanı olmayan bir sürü insanla doldurduğu dünyası evrim’in… evrim’in topraktan pörtleyen rengarenk tavşanlar teorisi ve bunca hengamenin canına okuyan tiz bir derinlik senfonisi… yüzeysel dokunuşlara gebeliğe soyunan esmer ve gözleri bana çok benzeyen kadın… aynı gözlerle başka yerlere bakmanın, sinemaskop hadisesinde öğürdüğüm gerçeğin üvey annesi aslında… aslında, aslı da bu durumdan pek muzdarip… ama yapacak hiçbir şey yok… kerem çoktan hadım edildi üç yüzden fazla spartalı tarafından… şimdi bir nehir akıyor gözlerimden… içimden akıyor logar; kapanmıyor kapak… offf, başımda seri katil bir migren ve bedenimde illegal bir atak…

Çarşafları terden tuz buz olmuş, hayli dağınık ve kirli bir yatak… en güzel düşlere uyumak derdinde uyuşmak çabasıyla yürekli kambur… ihanet dolu dehlizlerinde zavallı çocuğun beyni çürüyor… içinde benim gölgelerime işemenin derin hazzıyla neden bu denli uzun süredir yaşıyor… benim hayallerimin renklerinden neden bu denli haz alıyor… birileri beni fena halde aptal sanıyor… abdal olmanın neresindeki delikten aktı bu sanrılar… peki o halde, neden bütün mitolojik kuşanmışlıklarından bıktı zavallı tanrılar?... fikrime konan guguk kuşu… dağıtıp yuvasını aklımın, kendi larvalarını yerleştirdi sanırım usulca… benim insanlarımı giyinmek çıplaklığını örter mi sanırsın gafil? sen açken tokluğunu kadın bedenlerinde körelten zalime değimliydi kardeşliğimiz seninle? ne zaman onun boyuna erişti libidonun kıvrımları be çocuk… İsa’dan da mı bir şey öğrenmedi yüreğindeki çocuk… ne zaman kuruyacak ellerimi bana geri vermeyen içindeki bu batak…

aklım aceleyle kaçıyor heyelandan, kalbimde hükmünü yitirdiğim korkunç bir atak… taaruzi gözlerle bakıyor yıldızlar etime… etime buduma bakmadan karşısına dikildiğim golyat… bir fiskede un ufak edecek beni biliyorum… biliyorum ufaldıkça ben, filiz verecek başka bir beden… derimi vereyim istersen, en kaba ve yaba haliyle sarın… geçecek mi sanırsın üşümüşlüğün, kendini bulup ısınamadığın sürece içindeki aksine…

ben bir balıkçı yazdım alnındaki çizgilere senin, sen yosun kokmayı beceremedin bir türlü be çocuk… aynı rüya gelip alnımın orta yerine tükürüyor balgamını… aynı düşten düşüyorum yine, en gereksiz yerlerde engerekli yılanlar tarafından sokularak… sokularak kokusunu bırakıp kaçan kaçıncı sokak köpeği bu kim bilir? Hangimizin soğuğu diğerinin sıcağını nötrlüyor?... bu yıldızlar neden dönüyor… kim yazıyor lan bu hikayeyi… neden onca kalabalığın içinde sızısı olanlar birbirlerini kemirip duruyor… iki sızının ortak kümesinden devasa bir kanama peydah oluyor… kanamalı bir hatıra için acil kan aranıyor… sonra bu bir daha oluyor… yeniden başlıyor, bitti artık dediğin anda sırtını dayadığın duvarın çökerek üzerine sana ihaneti…

harıl harıl çalışıyor karıncalar… ağustosta ölümcül bir ekmek mesaisi… seyreylerken güllerin dikenindeki hazin çizgileri, bir bülbülün acımasızca katlidir aslında ana konu… sivri dişlerinin arasında bir kedinin… açlığından öldürmüştür bülbülü… bu durum zerre kadar enterese etmez gülü… güllerimin kokusuna doyamadın mı be çocuk… dikenlerini sevmekle başlayacak oysa mutluluğu içinin… bir bilsen… anlasan bi… kendi yüzüne baktığında görmek isteyeceğin şeyin kendi için olması gerektiğini… birazdan giderim ben… ben giderim… en iyi bildiğim şeydir benim gitmek… gitmeyi en büyük eserim kıldı bende hayat… o kadar çok senden gittim ki… seni bırak, en çok da benden… öylesine vakur ve onurlu… bükemeden gölgemin çatlak boynunu… düştüğüm yerden el verir acılarım bana… peki o zaman, kim ağlayacak zatürreden seni gebertecek olan göz yaşlarına….

Eab

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder